28 Aralık 2014 Pazar

2015 yılı için dileklerim var

En küçüğünden en büyüğüne tüm ailelerde; yani tek başına ya da kalabalık kendi ailelerimizden www.acemidemirci.blogspot.com ailesine yurdumuz ve dünyaya açtığımız pencerelerden bakınca dışarıda güzellikler, mutluluklar, huzur, erinç, gönenç, sevgi dolu anlar;  içeride de hem dışarıda gördüklerimizden duyduğumuz haz, hem de içerideki kendi mutluluğumuzla mutlu olmak temennilerim ile yeni yılı kutlar, pencerelerimizin güzelliklere açılmasını dilerim.
28.12.2014

@AcemiDemirci

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Denk denk denklemler

Gırla gidiyor diziler. Biraz biraz da filmler. Önce dizilerde boy gösterecek bir oyuncu. Seyircide bıraktığı izlenim izlenecek. Hatta o role biçilmiş kaftan olarak kabul edilmişse seyirci tarafından, bir başka öyküde bir başka adla  yine aynı kişiliğe yakın bir kişiliğe bürünecek. Çünkü o, öyle benimsendi. Bunu ASİ’ye bile yaptı. Son iki filminde neredeyse aynı çizgide. Kuzeydoğu coğrafyasında. Kız başka gelenekten oğlan başka… Böyle sürüp gidiyor filmleri. “Üçüncüde ayakları yere bassa” diyorum. Bir sonraki filmi tekrarı olmasa bir öncekinin ya da öncekilerin.

Gözlem, tecrübenin mayası. Tecrübe, gözleme de dayanmıyorsa eğer, ayaklarından biri eksik bir sehpa yalnızca. Gözlem, sacayağının  değişmez parçası. O halde gözlemlerimden yazayım.

Biz öteden beri en çok kalabalık kadrolu filmleri tuttuk. Eski Türk filmlerinde bir esas kız esas oğlan vardı, tamam. Ama arkasında bir kalbur da çok sevilen, güldüren, o isim denilince akla illa ki ya fabrikatör, ya tatlı sert babacan bir baba gelen, Hulusi Kentmen gibi. Bu kadrolarda köşkün bahçıvanı, aşçısı, hususi otomobilin şoförü, beyaz gömlekli, siyah eteği üzerine kenarları fırfırlı bir önlük takılı, başında da etekteki fırfırı andıran taçvari, eskinin hemşire keplerinden küçükçe bir şey olan hizmetçi mutlaka olurdu. Bunlar bir de iyi kalpli olurdu. Evin hizmetçisi ile bahçıvanı da çoklukla birbirlerine aşık olurdu. Yani o kadro, yan konularla beslerlerdi filmi.

Formül basitti yani. Göz önünde olacak kadar da açıktı. Apaçık. Sapsade. Ama gören gözlere.
(Esas kız + esas oğlan) + (Bir kalbur güldüren, akıl sahibi olan, şişmanından cılızına, kahyasından çalışma arkadaşına başkaları + gerçekçi ortam) = Tutulan dizi ya da film.

Ben kendi adıma hiç dizi meraklısı değilim. Zira onca saati ayırıp, onca çekilmez reklama katlanıp, onca geç saatlerde bitecek bir diziyi sabah saat 05:45’de kalkan biri olarak izleyeceksem eğer, o buna değmeli. O yüzden tek ASİ dizisini beğenmekten öte benimsedim. Unutamadım. Biz ASİ’yi sevdik.
Bir dizi izlenmeye nasıl değer o halde? “Nasıl değer” sorusunun cevabı, beklentilere göre değişir. Kitleleri farklıdır dizilerin. Ama şaşamayan bir kitle var. Ben de zaten onlardan biri olarak onların adına yazıyorum izinleri olursa.

Şaşmaz bir pusulası vardır ASİ izleyenlerinin. O pusula, rafine bir seçkinin itmesiyle gösterir yönünü. Bu pusula hep kültür, doğa, ekin, tarla tapan, blok değil mimarisi olan çiftlik evleri, eskinin taş evleri, gerçekçi döşeme yani falanca mobilya  sergi evinde  ya da ev üzerine büyük alışveriş merkezine uğranılmış da iğnesinden ipliğine, masasından sehpasına, koltuğundan vazosuna, biblolarından su içilen bardaklara eş zamanda moda olmuş, alışverişe çıktığımızda hepsini bir büyük ev mağazasında aynı anda bulacağınız kadar yepyeni değil de diyelim ki om yıllık koltuklar, beş yıldır kullanılan su takımları, çeyizden kalma yorgan yastıklar, on beş yıllık emektar elektrik süpürgesi, bir kampanyada dokuz yıl önce yenilenmiş buzdolabı göze hiç batmaz. Ama tefriş salonu gibi, bir beyaz eşya ve mobilya dükkanına girmişiniz gibi hepsi bu yılın modası yepyeni eşyaları görünce dizinin size ilk kaybettirdiği gerçekçilik duygusu oluyor. Hiçbir ev o kadar yepyeni değildir. Hatta yeni gelin evleri bile. Oradaki pek çok şeyin sandık beklemişliği vardır. Yorganı, dantel perdeleri, dantel örtüleri ya da ana baba evinden getirilen birkaç parça şet mutlaka eskidir.
Yepyeni, gıcır gıcır eşyalarla döşemek belki bazı seyircide çok iyi izlenim bırakabilir; ama ayakları yere basan seyirciler böylesine bir görselliği kandırmaca sayarlar.

ASİ dizisindeki çiftlik evi yepyeni değildi. Çok eskiydi. Özellikle mutfağı, rastgele girdiğiniz bir evin mutfağı kadar gerçekçiydi. Beyaz seramikten baharat kavanozlarına kadar.


 Dizilerin tutması için adı allı pullu, ve adından önce yakışıklığı ya da güzelliği söylenen oyuncuların o dizide olması gerekmiyor. Bunu çok yakınlarda hem de nasıl satışlar yapmış, okunmada en üstleri görmüş kitapların dizileştirilmesinde gördük. Gerçi o kitabın ilkiyle değil ikincisiyle başlanılsaydı daha iyi olurdu da yine de beklenen o dizinin tutmasıydı. Tutması. Tutmayacağını daha on, on beş dakika izlediğimde anlamıştım. Okuduğum ve “hayatı gerçekten roman” dediğim o kahramanın yaşamının dizisi kadro olarak ne kadar başarılıydı gireceğim bir konu değil; ama başroldeki mavi gözlü esas oğlan, kahramana hiç benzemiyordu. Ama yine mavi gözlü bir adaşı, kitabın arkasındaki mavi gözlü kahramanın çizmeli, koltukta otururken, asker kıyafeti içindeki haline çok benziyordu. Bir de o kahramanın bakışlarının deli fişek, şimşek çakışlı olması gerekirdi. O ışıltı olmadan dizi zaten ışıyamazdı. Ne yaptılarsa da ışıyamadı zaten.

Esasa kız ve esas oğlan bulundu diyelim. İyi güzel de onların beslenmesi lazım. Yan konular, espri katacak, ya da ha bire olaylar açacak patavatsız, sorunlu, meraklı, farklı özellikte kişiler lazım. Hani eski Türk filmlerindeki gibi. Hani Hababam Sınıfı ya da Zeki Alasya - Metin Akpınar filmlerindeki gibi. Temel de çatı da esas kızla esas oğlan olsa da ille de yapıyı direkler taşır. Direk lazım yani. İşte o bir kalbur kişi, o direkler.


Şu yaz günlerinde birkaç dizi görüyorum. Hiç izlemedim ama kanal değiştirirken ya da öntanıtımlarında. Asla tutmayacak o diziler. Yakalaması lazım bir dizinin seyirciyi  bir yerlerden. Ne ile yakalayacak. Sadece lüle lüle inen uzun saçlarla veya da şıkır şıkır döşeli villalarla, konaklarla mı? Bunlar da bekleniliyor olabilir; ama asıl yakalayıcı yön elbette sevilen oyuncular ve gerideki oyuncularla birlikte doğasıyla, mekanıyla, mimarisiyle, konunun geçtiği kültürel değerlere bürünmüş kentlerle kasabalarla yakalayacak. Yani hiç kimse şunca yakışıklı şu oyuncunun ya da bunca görkemli villanın kemendine yakalanmayacak kadar çok seçenekli artık diziler. Diz, yakalamak ve yakalanmak istiyorsa bunu bir bütün olarak başarabilir.  Formülü yukarıda yazılı. Formülün uygulaması da ASİ’de.
Acemi Demirci, 13.08.2014, 12:20

@AcemiDemirci

23 Mayıs 2014 Cuma

Ters akan bir Akdeniz esintisi

Bir ters esinti, ters akan nehir gibi. Tatlı ve sıcak. Yalayıp geçer. Ama kasırga gücünde etkiyle.

Bir basit öykü sadece. Ne saraylarda ne metropollerde görülen. Bir çiftlikte yaşanır. Bazen zengin dedenin konağında. Yollar, tozlu toprak yolları. O yolları çiğneyen ayaklar, çamurlu çizmeler giymiş ayaklar. Ya da aslen  avukat fakat gönlü çiftçi deri çizmeli babanın ayaklarıdır.


 Bir yalın masal…Peri kızsız, sihirli sopasız. Bir taşralı çiftçi kız üzerine. Tarla tapanda geçer masal. Toz, toprak, ekin, koyun sürüleri içinde. Şato filan yok bu masalda. Bolca çiftlik, tarla, ekin. Bazen de kuraklık.

Bir aile. Kimselere benzemez. Akılları fikirleri toprakta. Hasatta. Bir de yağmurda.

Bir kız kardeşler destanı, yalınından. Hiç biri bir diğerine benzemez kızların. Hele biri var ki  hiç kimselere benzemez. Benzese benzese ASİ Nehri’ne benzer ancak. Ters akar Asi. ASİ’ye de ters akar gibi görünse de dıştan bakınca içi düz akar.

Bir toprak hikayesi ki kaç ata evveline dayalı. Diplomalar bile gömülür o topraklara. Avukat diploması, veteriner diploması. Göz kırpmadan. Toprağa el değince, ayak basınca, yüz göz toza toprağa bulanınca ne okumuşluk kalır ne zenginlik ne İstanbulluluk. Toprağın doyurduğu karınlardır; ama bu topraklar da ruhları doyuran gıdadır.

Bir sevda, saf, arı, kalıcı. Hiç olmayacak iki yürekte üstelik. “Düşmanlık”, “kin”, “nefret”, “öç” sözcüklerinin anlamlarını,  bir anda  zıt anlamlılarına çevirir. Hemen filiz verse de hemen açmaz çiçeği bu sevdanın. Evirir çevirir kader o  çizgiyi. Düze koyana, hale yola sokana kadar.

Her duyguda kıvranan insan yürekleri bir de… Kızsa da , kan ağlasa da sonunda bir sinede attığını unutmaz onların hiç biri. Umutlanırlar da. Umut da verirler iyiliklere açılan  enginlere. Arada içi kor dolu, kapkara olanları da çıkar. Ama yürekler hep insana yaraşır şekilde atar o çiftlik yolunda.

Bir selam, kırlara, kır çiçekleri renginde, kır çiçekleri kokusunda. Ovalara. Dağlara bayırlara. Efsanelere, tarihe. Mimariye, yemeklerin hasına. Medeniyete. 71 kere. ASİ adında.

(Her hakkı saklıdır)


Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 21.05.2014


 @AcemiDemirci


3 Nisan 2014 Perşembe

Duru deniz suyundan damlalar


(ASİ dizisi resimleri dışındaki tüm fotoğraflar  yalnızca benim tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz olarak ve kaynak gösterilmeden başka bir yerde kullanılamaz.)

Denizi görmedik önce. Önce denize dökülen nehri gördük. Deniz renginde de değildi hem. Yosunlu gibi. Bir göz rengi gibiydi suları o nehrin.


Başka nehirlere benzemez ASİ. Huyu da  suyu da rengi de tabii. Diğerleri gibi akmaz. Alıp başını gitmez öyle ufuklara koşarcasına. Gider gitmesine de tersine bir gidiştir bu.

Ovaları sulayan ASİ nehrinin müziği de yosunlu suların rengindedir. Ama yosun tutmayan sudur o müzik.

Üzerinde köprüler kuruludur ASİ Nehri’nin. İnsanlar gelip geçer karşıdan karşıya görünürde. Oysa görünmez öykülerin bastığı taşlardır, köprünün taşları. Her geçen ne öyküler bırakır adım izlerinde. Biz, o öykülerden birini yakaladık. Her Cuma akşamı saat sekizde. Adı, ASİ’ye.

Duru bir denizdi  o öykü. İlkin notalarını yakalamıştım, televizyona bakmaksızın. Televizyon karşısında değilken. Önce kulağıma sesi çalınmıştı tersine akan suların notalaşmış halleri. Duru notalardı onlar. Uzaklardan gelip kapı çalan el gibiydiler. Gururu içinde, sadeliği dışında. Kapıyı açtım ben o notalara. Birlikte savrulduk sonra kuzeyden, güneyden, doğudan, batıdan onca yürekle, dupduru bir Akdeniz ortamına.

Su damlasından notalar çarptı ruhumuza yavaşça. Ruhun gıdası içerikli. Tsunami gücünde.


Su damlası notalardan DO, dolu, dopdolu hayat demek. Dosdoğru adımlar demek. Bir hayat ki dağ rüzgarlarıyla serinleyerek geçiyor bir çiftlikte. Tarımla, kuzularla, sürülerle, tarlalarla. Baharda kır çiçekleri üzerine uzanarak. Gelinciklerin yalnızlığında bir yalnız yürek, kendi yalnızlığını görerek. Bir hayat ki her iyi, güzel kavramı giyiniyor her kötü kavramı soyunuyor. Gecenin zifiri karanlığında ağaç dallarında fenerler yanıyor. Yağız at tanıdık ayak seslerine kulaklarını dikmişken.

Su damlası notalardan RE, resim gibi bir doğa demek. Şimdilerde nerdeyse yalnızca tablolarda kalmış bir doğa. Dağı, denizi, nehri, gölü, çiftliği, kır çiçekleriyle dolu ovaları olan bir doğa. Daha ne olsun. Bloklarda yaşayanlar daha ne ister, bunları görmekten gayri?

Su damlası notalardan Mİ, mimari demek. Hem de nasıl bir mimari. Taşın nasıl göz nuru dökülmüşü. Pencerenin ince ince oya gibi biçimlenmişi. Kapıların karşısına geçilip seyredilesiceleri. Demirlerin  çiçeğe, yaprağa, büklüme dönüştüğü, dar sokakların taştan, konaklarından oluşan mimarisi. İpekçilerin, mimarinin ipeğinde dükkan açtıkları mimarı hem de.

Su damlası notalardan FA, Fatma ananın elinden yemeklerdi, Fatma Ana’nın sıcacık kalbiydi. Sevecenliğiydi. Dobra sözleriydi. Falakaya yatırır gibiydi dobra dobra sözlerin bazısı; ama olsun. Doğruydu ya. Doğruları duymak bazen falakaya yatmış gibi gelebilir kulaklara.

O su damlası notalardan SOL, soluksuz bir öyküydü. ASİ bir yüreğin, Demir’i dövüp tava getirmesiydi. Tav demek, nefretin, öfkenin hal değiştirmesi demek. Öfkeyle nefretin toplamından sevgi çıkması demek. Matematiğin şaşması demek. Nefret, öfke, kızgınlık, hatta kinin matematiği burada şaştı; tersine aktı,  tersine akan ASİ gibi. Sonuç intikam çıkmadı.



O su damlası notalardan LA, lavanta kokusuydu sandıklardan çıkmış, keselere konulmuş. Çoook eskilerde kalıp sandık sarısına bulanmış bir öykünün “Aşk ve Gurur” ile harmanlanmışıydı. Birbirinden yüzlerce hatta binlerce kilometre ötede, başla şehirlerde başka ülkelerdeki evlere giren, Hatay dağlarından, tepelerinden, ovalarından ıtırı buram buram, burcu burcu kokunun en haslarından biriydi.

O su damlası notalardan , ASİ idi.
(Her hakkı saklıdır)

Acemi Demirci, 03.04.2014, 12:20
@AcemiDemirci




10 Şubat 2014 Pazartesi

Çiftlik yollarından çıkagelen bir öykücülüğün öyküsü

Öykülerin de öyküsü var. Yaşanan cinsten. Tırnaklarla kazıma zorluğunda. Didinmenin, vakti satırlarda eğlenerek geçirmenin öyküsü, benim öykücülüğümün öyküsü.

Bu öyküde bir dizinin, ASİ’nin de yeri var.

Hep yazıyordum. İlk ciddi yazım bir çocuk şiiriydi. Şubat ayında Ünye’de okuduğum ortaokulun bahçesinde top oynayıp, terledikten sonra arkadaşımın hemen okulun karşısındaki evinin kapısını çalıp kana kana iki bardak soğuk su içip eve dönünce de boncuk boncuk terleyip ateşlenmiştim. Çok üşütmüşüm. Öksürük de başlayınca soluğu Samsun’da almıştık.

Samsun’da hastaneye gittiğimiz gün, bir Cumartesi günü idi. Haftasonuydu. Film çekebilmeleri için Pazartesi gününü beklememiz gerekiyordu. Olağan muayenede ciddi bir şey çıkmayınca “Beni ve annemi misafireten pazartesiye kadar ağırlayacaklarını” söylediler hastanede. Bırakmadılar. İyileşmeden de çıkartmadılar zaten.

Pazartesi günü filmim çekilince misafirlik bitti. Hastaneye yattım.

İlk kez bir hastanede yatmak hem de ortaokul öğrencisiyken garipsenen bir şey. Bir an önce bildik hayata geçmek istiyor insan. Hem de dersler beni bekler, sınavlara giremezken.
Misafirken yatar hasta olunca korktum galiba. Bir baktım bir şeyler yazıyorum. Uzun mu uzun bir şiir. Dörtlüklerden oluşuyor. Sanki hece vezinli.
Bir yerlerden tamamını bulacağımı hala umduğum bu şiirin şimdi aklımda iki kıtası var. Annemi ağlatmıştı bu çocuk duygularımın şiiri. Doktor da okuyunca hayretle yüzme bakmış ve şiirimi birkaç kez okumuştu. “Çok beğendiğini” beni her gördüğünde söylemişti.

“Suda ateş yanmadan

Çölde dere akmadan,

Çamda çiçek açmadan
Evvel iyi olmalıyım.

 
Leylekler geri gelmeden
Balıklar göç etmeden

Beni bilenler ölmeden

Evvel iyi olmalıyım”

diye gidiyordu.

 Yazdığım ilk satırlar bunlardı. Oysa o ana kadar hep çizerdim.  

Yazmak, sonraları da sürdü. Aklıma geldikçe. Anneler gününde. Dağ eteklerinde akan nehirlerin şırıltısını duyduğumda. Öykücülüğe varana dek.
Bu öyküyü burada da yayınlıyorum; çünkü öykücülük denizindeki en büyük adımlarımdan, kulaçlarımdan  biri burası ve buradaki bir arkadaşım; usayken.
Hep yazdım. Kimileyin çok seneler ara vererek. Zaman zaman yayınlananlar oldu yazdıklarımdan. Çalıştığım sektörün dergisinde de yazdım, yayın hayatında olduğu süre zarfında.

Bir gün televizyondan gelen bir müzik duydum. Notalar, bir su damlasının suya düşene kadarki çırpınışı ve suda dağılıp su birikintisine karışırkenki  çığlıkları gibiydi. Düşen su damlasıydılar yani. Mutfaktaydım o an. Doğruca televizyon başına koştum.

Bir dizinin öntanıtımı yapılıyordu. Mısır tarlasında, koçanlar arasında deri çizmeli bir çiftçi adam ve lastik çizmeli kızı geziniyordu. Bir çiftlik evi gördüm. Taştan. Rüya gibi. Bir doğa uzanıyordu, tabloları yapılandan. Bir mimari, sanatın ta kendisi.
Yine de ilk bölümü kaçırdım. Ama öntanıtımlara rastladıkça neler kaçırıyorum deyip Cuma günleri saat sekizde televizyon başına geçtim.

Geçiş o geçiş. Artık Cumalar’ın yolu gözlenir olmuştu. Bir dizi izlemek için. Aslında bir dizi kılıfında tabiat, mimari, tarla tapan, daha önce turla gidip her şeyine hayran olduğum kültür kokan bir kent, aile bağları, emek emek  lezzetli yemeklerle donatılmış, kız kardeşlerce şenlendirilen masalar, çiftlik ve katıksız, erdemli bir sevda izlemek için.

“Bir dizi izledim, hayatında bir dizi değişiklik oldu” diye yazdım  sonra hep  o dizinin sayfalarına.

Doğru dürüst dizi hatta televizyon bile izlemezken bir dizinin neler getireceğini merak eder oldum bir anda. Bu arada o diziyi en az benim kadar seven kişilerle de dizi sayfalarında buluştum bir baktım. Hepimiz bir diğerimizi rumuzlarımız ile tanıyorduk.
Bir gün bir rumuz ilişti gözüme. Bakakaldım.


İki hece, dört harf bir rumuzdu. usay’dı bu rumuz. O heceler bana bir çağrışımda bulundu. Bu rumuz, şimdi eşi ve iki oğluyla çok uzaklarda olan bir arkadaşımındı mutlaka. Koca dünyada bunca insana ait olabilecek bir rumuz nedense bana dünyanın geri kalanına değil de ille de benim uzaktaki arkadaşıma ait gözüktü. usay’ın yazısını okudum. Çok düzgün bir ifadeydi. Tıpkı arkadaşımın ifadesi gibi.

Çok geçmedi usay, rumuzunu usayken’e çevirdi. Üçüncü hece ile sanki bana “Hiç kuşkun olmasın; evet, benim” diyordu. Kesinlikle uzaktaki arkadaşımdı ilkin usay sonradan usayken.

usayken, kendisine soru soranlara cevaplar verirken zaten benim bildiğim şeyleri de anlatıyordu. Ben onun uzaktaki arkadaşım olduğunu biliyordum; ama uzaktaki arkadaşım tam karşısında olduğumu henüz bilmiyordu.
Bunu mutlak söylemek gerekti de arkadaşım buraya eski bir arkadaşına rastlamak fikri hiç aklından geçmeden gelmişti. Münasebetsizlik olur muydu acaba bir “merhaba”.

Söylemeden olmazdı. Dolayısıyla bir sohbette hafifçe çıtlattım ACEMIDEMIRCI’nin dışındaki adımı. Sonra bilmece gibi bir cümleyle kim olduğumu söyledim. Arkadaşımın tepkisi “balkondan düşecektim” oldu.

Dünya kocaman gözükse de aslında küçük. Hem de küçücük. Bir sanal sayfaya sığacak kadar küçük.

ASİ’ye’li ASİ dizisi kısa sürdü. Ama hala hayatın en uzun öykülerinden biri. Televizyonda sürmüyor şimdilerde. Ama sürüyor.
ASİ bitmeden bir tasa çötü ASİseverlerin ruhuna. Bir dizi vesilesiyle müzik, mimari, tabiat sevgisi gibi birçok ortak değeri birbirinden habersiz zaten çoktan benimsemiş ve sevmekte olan onca kişi ruhlarının bu denli yakın olduğu ve henüz tanımadıkları arkadaşlarına dizi bitince artık ulaşamayacakları, irtibat kuramayacakları kaygısına düştü. Haklıydılar. Ben de kaygılananlardandım.

Ben, ASİ dizisi sayesinde sadece usayken ile karşılaşmamış aynı zamanda artık kardeş bellediğim Yulia ve annemin doğduğu yerden hısım belki de akraba birisiyle daha karşılaşmıştım. Onun rumuzu Elif idi.


usayken, her konuda donanımlı, çok iyi eğitimli bir arkadaştı. Elektronik de onun fakülteden dalıdır zaten. Dizi bitimine yakın usayken bazı taleplerin odağı oldu bu yüzden. Ortak beğenilerimizin kesiştiği, birbirinden habersiz kişilerken çiftlikten, mimarinin hasından, çiçekli, allı güllü keten gömleklerden, tiril tiril uçuşan eteklerden, çağdaş Scarlett O’Haralar’dan, tarımdan, ağaçtan, kuş ötüşünden, maydanoz tarlalarından  haz alanlar olduğumuzu artık iyiden iyiye bize belleten  ASİ’nin bitiminden üzüntü duyarken, dünyanın dört bir yanından kişiler olarak bu güzel arkadaşlığımızı nasıl sürdürebileceğimiz tasasına düşmüştük.

Evet her birimiz dünyanın bir yerinde olsak da, yalnızca bir dizinin  sayfalarında bir araya gelmiş,  hala hiçbirini yüzyüze görmemiş olsam, bazen bazıları ile telefonda konuşmak bile yetiyor olsa da  herkesin ortak bir adreste buluşabilmesi en büyük dilekti benim için de. usayken’e iş düşecekti bu durumda. Hoş onun ne işten kaçtığı ne de kendisine yöneltilen bir isteği geri çevirdiğini ben hiç görmemiştim o uzaklara gidene kadar. Yine aynını yaptı usayken. Bize bir sayfa açtı kendi emeğiyle; asiesintiler.blogspot.com.

Dizi bittiğinden yazacak şeyler kısıtlı olmaya başlamıştı. Yazdığım denemeleri yayınlamaya başladım asiesintiler’i beslemek için. Kendi yayınladığım kendi yazılarım böylece ilk kez  ASİ dizisinin severleri için dizi bittikten sonra buluşma noktası olarak usayken’in oluşturduğu bir blogda çıktı.

asiesintiler’de epeyce çalışmamı yayınladıktan sonra usayken bana www.acemidemirci.blogspot.com adresli kendi rumuzumdan oluşan bir blog hazırlayıp hediye etti. Öyküye girişim henüz ciddi anlamda olmamıştı. Çokça denemelerim vardı. Kimi öykümsüydü.
Bana hep yarışlara katılmamı salık veren yakınlarımın iteklemesi, zorlaması ile katıldığım ilk yarışım, bir öykü yarışmasıydı. Yarışın başvuru tarihine çok az kalmışken karar vermiştim katılmaya. Yazılarımı gözden bile geçiremeden. Bir yarışa hazırlanmak ciddi bir uğraşı. Gözden geçirmeler, çıktı almalar, özgeçmiş hazırlama…

Rumuzumun ACEMIDEMIRCI olduğu bu yarışta, jürinin düzenlemesiyle  Acemi Demirci olarak ilk ödülümü aldım. ACEMIDEMIRCI,  bu yarıştan sonra Acemi Demirci olarak devam etti.
Yanıbaşımda çok içli, dokunaklı bir öykü vardı. Annem hatırlattı bunu yazmamı. Çeşme’deki ilk yıllarımızda bekçi köpeğimiz olan Kontes’in öyküsüydü bu hisli öykü. Ve elbette çağın Nasreddin Hocası denilen annemin babası Ziya dedemin öyküsü. Ve öykü yazışlarım kah gerçek hayat çıkışlı kah bir cümleden, üzgün bir  bakıştan etkilenip kendimce kurgulamalarla yoğrularak sürdü.

Aklıma roman yazacağım gelirdi. Ama aklıma öykü yazacağım hiç gelmezdi. İnsanın yaşadığı şeylerin çoğu hiç aklına gelmeyenler oluyor. Bu benim başıma birkaç kez geldi.

Şu an beş ödülüm var. Birinciliklerim de var mansiyon birinciliklerim de. Bu ödüllere giden yol, öykülerin gün ışığına çıkmasından geçen yol, her ne kadar ben ol git yazıyor olsam da ASİ’dir.

ASİ’nin sayfalarından bazılarında hala yayında olan yazışmalarımız sırasında hep şu soruya maruz kaldım “Siz gazeteci ya da yazar mısınız?”. Daha sonra hem kendi blogumdaki  hem yazdığım www.kadinhaberleri.com adresindeki çalışmalarımdan haberdar olan arkadaşlarım bana şu soruyu sordu “Sen mi yazıyorsun bu yazıları?”

Bu tepkiler benim açımdan, benim bakışımdan alınabilecek en güzel tepkilerdir. Bir okur için okuyup da çok etkilendiği hatta bazısını okuduktan sonra ağladığı bir öykünün, denemenin tüm iletişimi yalnızca sabahları “Günaydın”, akşamları da çıkışta “İyi akşamlar” olduğu biri tarafından yazılması çok şaşırtıcı geliyor. Çünkü öyküleri yazanlar pek böyle kendi içlerindeki kişiler değil de  gazete köşelerinde bir ad ve resimden ibaret olarak algılanıyordu. Benim bir çalışan olmamın yanı sıra öyküler yazıyor olmamın kanıksanması uzun sürmedi. Şimdi o soruların yerini beğeniler, okunan bir öykünün izlenimleri, konuşmalar aldı.
Kitap bastırmak zorlu mu zorlu. Hiç kolay değil. Belki herkese böyle gelmiyor olabilir; ama ben böyle olduğunu yaşayarak görüyorum. Ülkemizde “abece’den sonra hiç kitap okumadım” diyen kişi oranı yüzde otuz sekizmiş.  Eğitim ortalamamız ise dört buçuk yılmış. Roman okumaya göre daha az zaman alan, konuyu unutturmadan anlatılanın zaten bittiği öykü okuru da dolayısıyla fazla değil. Okuyanların haliyle eğilimlerine uygun kendi tercihleri var. Günün şartları ve gizemlere meraklar doğrultusunda.

Henüz ilk kitabım basılmış olmasa da bir e-kitap niteliğinde yayına sahip olabilmemin yolculuğu ASİ’nin çiftliğinden düşer yola. Sanal sayfalarda eski dostlarla karşılaşmakla pekişir. Çok değerli, aklı, mantığı, çalışkanlığı, istenen bir yardıma hemen yetişmesini evvelden beri bildiğim usayken’in aldığım en manidar hediye olan www.acemidemirci.blogspot.com’u kurup bana armağan etmesiyle öykücülüğe tümden ulaşır.

Tek başıma yazdım; ama yazın öyküm, usayken de dahil hala yüz yüze görüşemediğimiz onca arkadaşla pekişti. Yalnız kalmadım. İlk ödülümün müjdesini ailemden önce  yazın ailem diyebileceğim ASİ  sayfasından yüreğimin baş köşesine oturmuş arkadaşlarım arasındaki naile’ye verdim. Öyle sıkı bir dostluk geliştirmişiz ki meğer kültürel kavramlarla dolu bir dizideki çiftlik evinin gölgesinde, kimileyin büyük üzüntüler yaşayan arkadaşlarımın kederi benim satırlarımda ağladı. CEYHAN’a ithafen yazdığım “Gelincik yalnızlığı” gibi.
8 Şubat 2014 tarihinde, biraz aksamayla saat 22:00’den sonra ilk radyo söyleşimi yaptım. Radyo 1959’da. Bu yayın, edebiyat söyleşileri olarak sürecek. Gönül sıkça yapılmasını istese de iş, ev, yazmak, hasta aile büyüklerinden kalan zamanda gerçekleşecek.
ASİ dizisi, gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkmıştı. Gerçek bir öykücülük öyküsünü de ASİ’nin bereketli suları suladı.
Not: Asi dizisine ait resimler dışındaki tüm fotoğraflar yalnızca kendi çektiğim resimlerdir ve kaynak gösterilmeden hiçbir yerde yayınlanamaz, izinsiz olarak kullanılamazlar.

(Her hakkı saklıdır)

Acemi Demirci, 10.02.2014, 14:36


 

 

1 Ocak 2014 Çarşamba


Sağlığın sorunsuz, mutluluğun dipsiz, gönencin sınırsız, huzurun bitimsiz olduğu bir yeni yıl dilerim. 

   
 
 
Acemi Demirci, 01.01.2014, 00:14