14 Eylül 2019 Cumartesi

Dizi Dizi Öykü Vagonları

 (Tüm yazılarımda, öykülerimde olduğu gibi yine sadece kendi çektiğim fotoğraf karelerini kullandım bu yayınımda da)

Yeniyetmelikte saçtan tırnağa, bakıştan yürüyüşe birilerinin gölgesi vardır üstte. Bir film izlenir, o filmdeki gibi konuşulur, hatta  filmdeki bir cümle dillerden düşmez, o filmin müziği  her yerden duyulur.

Evlerin duvarları ardında kim ne yaşamaktadır bilemezken belki gerçek hayattan da esinlenilmiş olayların harmanlandığı hem sesli  hem görsel bir nevi kolayından romanlar olan diziler, hemen her akşam belli saatlerde evlerde izlenir. İzlenen her şeyin, izleyende az çok bir etkisi olacak haliyle. Herkesin seyrettiklerinden aldığı pay, iyisinden kötüsüne birbirinden bağımsız. Pay alınıyor ama sonuçta; su götürmez bir gerçek bu.

Diziler başlıyor; tutuluyor, tutulmuyor; seneler sürüyor bazen; bazen de tezden bitiyor. Dizilerin dizi dizi öykü yüklü vagonları, vurdulu kırdılı, çatık kaşlar altından keskin bakışlı, ağalı babalı, siyahlar içindeki  adamlı, konaklı yalılı bir rotada koşuyor çoklukla.  Dizideki niteliklere sahip kimi  kahramanların bulup da söylemek bir yana bir kitapta geçtiğinden bile habersiz olduğu, öylesi bir sözü öğrenmeye bile erineceği; ama senarist kaleminden bolca döktüreceği beylik laflar, dizilerin bitmelerinin ardından sosyal medyanın vazgeçilmez paylaşımları oluveriyor bir de.   O laflar, kimileyin kimilerinin karakterinin bel kemiği oluvermiş bir bakıyorsunuz.

Öteden beri, dizilerden de önce eski filmlerde giyilenler, Hollywood aktörlerinin briyantinle şekillendirilmiş saçlarından saçlarla sokaklarda gezmeler, Yeşilçam aktörleri misali yakılmış sigara içmeler, tek kaşın kaldırıldığı yan bakışlar hatta film şarkıları, o filmin sinema salonundaki  izlenme süresi olan iki saat sonrasında hemen sokaklara taşınmamış mıydı? Bir zamanlar sadece filmleri, şimdilerde bir de dizileri izlemek yalnızca sinema sanatına eşlik etmek değil, çoklukla iyisinden kötüsüne öykünülen kimi kahramanları akla yerleştirmek  aslında. Bir genç, filmde kimden fazlasıyla etkilendiyse, film sonrasında artık o karakter gibi yürüyecek, onun tavırlarıyla  hareket edecektir. Yani kendi gibi olmaktan  filmdeki ya da dizideki öykünülmüş rol modele bir geçiş süreci bazen bir dizi, bir film izlemek.

Henüz filmlerin, dizilerin  çekilmediği çağlarda kimi romanlar da aynı etkiyi yaparmış. Mesela Goethe’nin Genç Werther’in Acılarını okuyanların başlarına gelenler. Romanı okuyanların çoğu Werther gibi sarı pantolon, mavi ceket giymiş, kimisinin de sonu iyi olmamış.

Mahallede boş arsa varsa orada, yoksa apartman aralarında, okul bahçelerinde futbol oynayan dört, beş yaşındaki çocuklara kadar ille bir rol model seçiliyor yetişirken. Futbol oynayan çocukların çoğunun giydikleri formanın arkasında beğendikleri futbolcunun adı yazarken saç tıraşları da o futbolcununkinden.

Her gece, her kanaldaki dizilerin her birinde ayrı konu, ayrı esas kız, esas oğlan. Ama çoğunun bir kesişme noktası var. Vurdu kırdı. Alabildiğine şiddet.


Şiddet izlenecek şey mi ki dizilerin vaz geçilmezi oldu? Şiddeti sevdiriyor mu kimi dizilerin  “bu nasıl çekilir?” dedirten sahneleri? Eğer dizilerin kimi görüntüleri öncelikle çocuklar, gençler ve toplumun bazı geri kalanı için çok sürmez yakında  davranış olarak yeşerecek birer tohumsa, ekilen bu tohumların hasadı kan renginde olmaz mı? Kim ister kadından çocuğa, hayvana şiddet uygulansın,  hayatlar sonlansın?

Elbette yapımcılar, şiddet sahnelerine toplumun kötülüğünü istediklerinden yer vermiyorlardır dizilerinde. Mutlaka karşılıklı bir beklenti ve beklentiyi karşılama alışverişi de vardır, yapımcı ile izleyici arasında. Ki var gibi gözüküyor.

Vaktinde senaryosu bile olmadan doğaçlama çekilen naif Yeşilçam filmlerinde kötü karakter varsa da bir de karşısında uşağından bahçıvanına, şoförüne, babacan tavırlı  büyüklerine iyiler vardı, kötünün önünde duvar gibi dikilen. Şimdi kötülerin dünyasının kazandığı, asıl karakterlerin kötüler olduğu vurgulu dizilerde kadınlar hep ağlıyor.  

Metropolle yetinmeyip  megakentlere geçişler yaptığımız şimdilerde bunca kalabalık ve keşmekeş ortamında  sosyologsuz olmuyor. Yalan Rüzgarı adlı hayli eski yabancı bir dizide, neredeyse bir düzineden fazla  sosyoloğun, psikologların, onlarca danışmanın yer aldığını sıkça yazardı gazeteler. O zaman bizim dizilere katkıda bulunan sosyolog var mı diye düşünmeden olmuyor. Önünde sonunda kaçınılmaz olarak şiddet sahnesi bol dizilerden rol model alınan karakterlere benzeyip, kadınları, hayvanları, yeni mezun İTÜ’lü mühendis genci istedikleri parayı vermedi diye canından eden toplum zararlılarının mantar gibi bitivermesine ortam hazırlayacak diziler her şeye rağmen yapılabilir mi? Tüm diziler, yok edici tayfunlar olmak yerine ferahlatıcı meltemlere dönüşmedikçe  buğday tohumu arasında ayrık otu tohumu da saçılmış olmaz mı sünger gibi emici genç algılara?

Bir dizi vardı. Zengin kadrolu. Halit Ziya Uşaklıgil’in kitabından uyarlama. Yalıda geçiyordu. Varlıklı bir ailenin öyküsü. Dizide, kocası ile arasında hayli yaş farkı olan karakteri canlandıran oyuncunun da diğer oyuncuların da giysileri, takıları öyle moda olmuştu ki o dönem yok satıyordu. Ne Paris modası ne Roma pazarındaki pembe renkli oğlak derisinden ceketlerin modası hatırlanır olmuştu dizi boyunca. Varsa yoksa tasından tarağına dizideki her şey alıp başını gitmişti üstlerde başlarda. Öyle ki basit bir giysi alacağınızda satıcılar o giysiyi, o dizi için kostüm tasarlayan firmanın ürettiğini söylüyordu. Bunu duymak bile sattırıyordu ürünleri. Kapış kapış.

Dizilerin etkisi bu kadar açıkken,  dizileri şiddet sahneleri ile doldurduğumuzda sokaklarda, ortalıkta göz önünde işlenen onca fena şeylerin altında yatan nedenlerden biri, belki başlıcası o sahneler  olmayacak mıdır? İzlediği çizgi filmlerin kahramanları Arı Maya, Spider Man, Superman kıyafetleri ya da hayranı olduğu futbolcunun  adının yazılı olduğu formayı giyen çocuğun, on dördünde, yirmi dördünde dizilerdeki kötü karakterlerin benliğine bürünüp onun giysisini giyeceği apaçık değil mi?
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 10.09.2019

1 Kasım 2018 Perşembe

Biz beklediklerimiz bulduğumuzdan izlemiştik; şimdi de yapımcılar çıkarım için izlemeli: ASİ

Bir zamanlar Brezilya dizilerine ağlayan, sadece aşk ya da kuru kuruya beylik sözler ile değil içinde barındırdığı pek çok unsur ile kendisini izler kılacak dizilerin bizim yapımcılarca, asla kotarılamayacağına neredeyse tümden inanmış televizyon seyircisi, kendilerini birdenbire Türk dizileri izler bulduğunda yeni bir sektörümüz oluşmuştu. Yerli dizi.

Yerli dizilerimizden kimisi mekan seçimlerinde öylesine akıllıca seçimlerde  bulundu ki hiç gidip de görülemeyecek yerlere turlar düzenleyen seyahat şirketi rolünü bile üstlendi diziler sayesinde. Otantik özelliklerin  bolca yer aldığı diziler de, sabah uyandığından akşam yatana dek bakımlı, süslü püslü sahibeleri, kızları ile yalılarda geçip merak uyandıran diziler de oldu. Ne konu benzerliği ne de benzer ya da  aynı mekânda geçmek gibi özellikleri olmayan bu dizilerin tek bir ortak yönü vardı.

Çok sevilen, tutulan daha sonrasında yabancı televizyon kanallarına da pazarlanan başarılı Türk dizilerinin o  tek ortak yanı öncelikle esas kız, esas oğlana dayalı yürümemesi idi. Esas kızla oğlanın da gerçek hayatta olduğu gibi aileleri, yanlarında çalışanları, en yakın  arkadaşları da vardı tabii. Ve o kişilerin de hayatları, duyguları, sorunları, çıkmazları olacaktı. Tüm o geri kalanlar göz ardı edilmedi esas kız ve oğlan yanında.

 Dizide pay yani rol sahibi olan kahramanların hepsinin hayatına bazen etraflıca bazen de biraz biraz dokunacak, onların da ruhları olduğunu, biblo olsun diye sahne almadıklarını gösteren dizler konu zengini oluyor elbette.  Kadrosundaki herkesi göstermelik  birer dizi kahramanı değil de kimileyin acı çeken, gözü döndüğünde çok kötü olabilen, bazen sinsi, bazen saf hatta içten pazarlıklı artık her ne haldeyse  o hallerini de yansıtmayı başaran dizleri izleyenlerin kimisi belli ki kendilerinden bir şeyler buluyor ve kaptırıyor kendini diziye.

ASİ dizisinde çok zengin bir oyuncu kadrosu vardı. Tiyatro kökenli güçlü oyuncular, çok genç; ama oyunculuğu çok iyi oyuncular, rolüne tam anlamıyla sığmış, ne o rol ona birkaç  beden büyük kaçmayan ne de küçük de olsa rolün küçüklüğünü hissettirmeyen oyuncuların  yer aldığı dizi bir de öyle bir dekorda çekilince, ortamlar yapmacık olmayınca bir dizi adı altında gerçek seyreder gibiydik.  İlle dizilerde olursa o dizi tutulur varsayılan adlar değil onların arkasında dağlar gibi duracak rollerdekiler de  olmadan olmuyordu bu çok tutulan, vazgeçilemeyen, haftanın onlara ait günü ve saati iple çekilen diziler. Örnek mi? ASİ’ye’nin dedesi. Cemal Ağa.

Diyelim ki böyle bir oyuncu kadrosu ve ortamın  bir diziyi  getirebileceği nokta ne olurdu? ASİ’ye bakmak yeterli değil mi? Efsane oldu ASİ, çeşi,tli dizi izleyicisinin katıldığı ankette.

Dizi ille de ASİ’ye ve Demir etrafında değil, baba, dede, Demir’in teyzesi, kız kardeşi,  Aslan, kahya, kahyanın kızı, ASİ’ye’nin kız kardeşleri, kız kardeşlerin hayatları ve daha kimler etrafında döndü. Bununla da kalmıyor diziler, böylesi zenginliklere sahip olduğumuzdan kimselerin haberi olmadığı doğa, mimari, mutfak, dokuma, gelenek görenek zengini yerlerde geçip öyküler içimizde gibi yaşanınca diyelim ki düğünden öncesi hazırlıklara, çeyiz sandıklarına kadar inandırıcı olunca dizi de inandırıcı oluyor.  Dizi gereği kaç yüzyıldır aileye ait olan o çiftlik evindeki eşyalar dün bir mağazadan alınmışçasına birebir bugünün modası değildi mesela. Nasıl ince bir ayrıntıydı bu dizi seçmede titiz gözler için. Asırlardır yaşanan çiftlik ve çiftlik evindeki hiçbir şey yepyeni olmayınca oranın bir film platosu değil de sanki gerçekten ASİgillerin ol git yaşadığı çiftlikleriymiş algısı kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Dizidekiler de sanki  rollerini yapıyormuş gibi değil de sanki doğduğundan beri çiftçiymiş, at binermiş, çapa yaparmış gibi canlandırdıkları rollere bürünür, onlarla özdeşleşir olunca karşınızda bir oyuncu görmüyor sanki şehrin iki saat uzağındaki bir köyü uzaktan seyrediyorsunuz hissine kapılıyorsunuz. Gerçek gibi.

Hep yazarım öyle gerçek anlarla doluydu ki ASİ dizisi.  Diyelim ki ASİgillerin çiftliğindeki mutfak, ders alınası bir mutfaktı mesela. Hele bir baharat takımı vardı ki üzeri desenli, seramik ya da porselenden, kesinlikle çok inandırıcı bir  unsurdu. Eskiydi ve çoğu evde  de ondan mutlaka olmuştur ya da hala vardır. Bizdendi yani.

Metropol kıyıcılığınca yaşayıp da doğa hasreti çeke çeke  motor sesi, egzoz dumanı   içinde kalabalıkta, keşmekeşte kaybolanlar kendilerini  o görkemli mekanları seyreder gibi değil yaşar gibi buluyorlardı.

İzleyici, tabiat, mimari, tarih, çiftlik, tarım, at gezmeli, koyun sürülü, sürüye gelen salgın hastalıklı, sabun şenlikli, kuraklık da yaşanan yağmurla da sevinilen, tarla nedir dizide olsun görülebilen, sadece lüks arabalar değil traktörlü bu dizide hayatın her yönünü buldu. Tek yalı lüksünü görmedi yani. 

Diziler, insanların zayıf yanlarının da olabileceğini dizdeki kahramana  zarar gelir düşüncesiyle göstermezlik etmeyip aksine dizideki kahramanı tam anlamıyla insan gibi göstermek için zayıflıkları, vesveseleri, gocunmaları, herkesi hatasıyla sevabıyla  yansıtınca ASİ  gibi diziler çıkıyor karşımıza.

İzleyicisi ASİ ile öyle bütünleşmişti ki dizinin biteceği haberlerine inanmadı. Hiç bitmemesi istenen bu dizinin üstelik bu kadar çabuk bitmesi sanki kendisine ihanet olacaktı. Ama bitti. Ve işte hala ardından konuşturup yazılar yazdıran bir bitişle. Aslında çekimleri bitti. Bahsi sürüyor. O konu bitmez.

Şimdi eskiye oranla daha fazla dizi yapılıyor belki. Güzel olan şu ki geçkince, kendini diziye uydurmayıp rolü kendine uydurarak bahsedilmek tasasında ve şımarık  anlayışta olmayan oyuncular, dizilere büyük katkıda bulunuyor.  Gerçekten şans arayan yeni nesil oyuncuların da yer bulabildiği, pek çok yeni isimlerin, yeni yüzlerin göründüğü diziler  sayılamayacak kadar çoğaldı. Ancak  bir çaba ile çekilen ve tanıtımları günlerce yapılan dizilerin kimisi daha kırkı çıkmadan, bir aylık iken  belki de  finali çekiliyor.

Finali çekilen her dizi gerçekten bunu hak ediyor mu? Gerekçe reyting ise onu bilemeyeceğim. Bir kısır döngüye saran, bir sarmal oluşturan diziler belli ki fazla yol alamayacak. Kısıtlı mekanda, bir sokakta, karşılıklı gülmece zorlayan yapmacık konuşmalar ile diziler uzun ömürlü olamıyor. Yine de bazı diziler için erken sonlama yerine biraz daha şans verilse iyi olabilirdi gibime geliyor. Onları izlemiyor olsam da izleyenlerini belki kendine çekeceği konular ekleyebilirlerdi. Yine de şimdiki sert bakışlı, vurdu mu oturtan, kavgalı gürültülü yani maço kılıklılardan geçilmeyen dizilerin çok tutulmasına bakınca bu tür aşırılıklardan uzak ve naif dizilerin dokusu gerçekten iyi olmadıkça o dizinin fazla sürmeyeceği açık.

Diyelim ki çok sevdiğimiz bir ilçede, köyde çekildiği bas bas duyurulan hele de komedi ise biraz gülelim diye ilkten birkaç bölüm baktığımız diziler aslında otuzuncu dakikasında fikir veriyor izleyene.  Üçüncü bölümde de  tıkanıp sarpa sarıp sarmayacağını  belli ediyor. Yani sonunda dar alanda iki kişilik bir oyuna  dönüşen bir dizi  sırf sevimli dekor,  masalımı sokaklar için izlenmiyor. Şimdilerde nüfusun belki de yüzde sekseni metropollerde yaşarken hiç belki köylerde bile rastlanamayacak tiplemeler çok suni geliyor. Bu yapaylık da inandırıcılıktan uzaklaştırılıyor. Kimse de gerçekle bağı kopmuş bir diziyi daha sonraki bölümlerde ne olacak diye merak edip izlemiyor. Çünkü sarpa sardı bir kere.

Böyle sarpa sarıp  kısır mekanlar içinde dönüp dolaşan diziler var. Hemen hemen hepsinin ortak geleceği erken final gibi.

Bir diziyi izleyin ya da izlemeyin, gazeteler onlardan sizi haberdar ediyor. Erken biteceğini duyuruyor. O zaman o dizide görev alan oyuncusundan senaristine hayatını kazanan herkesi düşünüyorsunuz. İşleri yarım kalıyor. Kazançları sona eriyor. Keşke öyle olmasa…

Öyle olmaması için önce yeni isimlerden eski tiyatro kökenli oyunculara kadar birbirini dengeleyen sağlam bir kadro, ayakları yere basan konular, hedef kitle metropollüler ise tarımlı, doğalı, mimari şölenli, ağaçlı kuşlu, koyunlu  kuzulu, keçili atlı, tavuklu civcivli, ördekli kazlı, çiçekli böcekli, otantik esintili ve mimarili yerler aslında bilinmediklerinden çok ilgi çekiyor.  Mardin’de geçen diziler mesela. Ama hedef kitle  ruhu vurdu kırdıya yatkınlar ise o zaman toplumun geleceği için insan düşünmeden edemiyor. Kimileri böyle dizilerin kahramanlarını  benimseyip onları rol model kabul ediyor malum. Sonra sokaklarda insanlara yol vermek yerine üstüne üstüne yürüyen ya da süren, kafasının tutmadığını ya da kızdığını arabasıyla mı olur nasıl olursa ezip geçecek, kadını dövecek ve daha neler yapacak tiplerden geçilmiyor ortalık.

İsterse en umut bağlanan isimli diziler olsun. Bir dizinin tutulup tutulmayacağının ilk göstergesi  anlı şanlı isimler değil içinde hayatın kendisinin olması. İnandırıcı olması.  Bazen aşırı gösterişli ortamlarda, şaşaalı hayatları anlatan diziler, Kül Kedisi ruhu taşıyanlarca tutuluyor; ama “Kadın” dizisinin neden tutulduğu, o dizinin  eski evlerinde, sıradan hayatlarını ve farklı yaşam biçimlerindeki onca kadının yaşam koşullarının tam anlamıyla yansıtılmasındaki sahicilikte, konu zenginliğinde.

Hal böyle olunca uçuk anlayışlar kar etmiyor bir dizinin kırkını çıkarmasına.

Bekliyoruz. Yeni ASİler hatta tek bir tane bile olsa yeni bir ASİ dizisince dizi gelsin diye hala. Kaç senedir hem de…

Bazen aklımdan ASİ’nin devamı geçiyor. Hatta belli bir iskelet de beliriyor aklımda senaryo olarak. Keşke diyorum, keşke çekilse; ama eskisi kadar sevilecek  kalitede ve görsellikte de olsa…
(Her hakkı saklıdır)
Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 1.11.2018
  

9 Mart 2017 Perşembe

Aynı Ögeler Ayrı Nitelikler

Bir dizi izledim. Yayın gününün yolunu gözleyerek. Haftanın o gününü, Cumayı, saat sekizi dört gözle bekleyerek. Başlama saatleri sevinç, bitiş saatleri yeni bekleyiş anlamına gelen bir diziydi.

Neden öyleydi peki? Yok mu sanki başka dizi? Ne anlatılmıştı o dizide de  böylesi sarmıştı? Belli bir kültür hatta eğitimdekileri. Belli bir çevre sevgisi, doğa anlayışı, kültürel ögelere düşkünleri. Kültürel   her şeyi içinde barındıran. Yemeğinden çeyizine. Çiftlikli.

Yok muydu başka; bir kızla bir oğlanın aşkını anlatan dizi? Var, gırla gidiyor hem de. Tüm dizilerde konu bir kızla bir oğlan etrafında döner. Hepsi kendince bir sevdayı anlatır. Hepsinde çok sevenler, severmiş gibi gözükenler, belki gururlarından sevdiğini asla belli edemeyenler; ama şöyle bir silkelenseler yere döküleceklerden içleri anlaşılıverecekler, oyun düzen içindekiler, her şeyi bilip de susup söyleyemeyenler var. Ama kimisinde bunlar öylesine var, kimisinde içe işlercesine var. Nasıl, ne, neden  o zaman o fark?

O fark, olayların geçtiği evden şehre dek belirleyici. Hep yazdığım gibi tefriş salonunu andırmayan ortamlar belirleyici mesela.  Bir mağazadan bir hamlede alınmış, bugünün ürünleri olduğu besbelli yepyeni eşyalarla dolu evler, köşkler, mekanlar asla inandırıcı olamıyor. Gerçek gözükmüyor. Yani orada dizi için oluşturulmuş yapay bir ortamı değil de yaşanmışlıkları yansıtan eski eşyalara dek belirleyici.

Samimiyet mesela, öyle bir belirleyici ki. Sevdanın nerede yeşerdiğine dek ögeler sürer gider.

Tüm dizilerde herkes aşık. Herkes o aşk için her şeyi yapacak gözü karalıkta. ASİ dizisinde de  vardı bu ilk ve esas öge. Vardı da, sanki dizi gereği değil, hakikaten vardı. Öyle hissettirdi.

Gerçi ASİ’yi  izleten şey, tek bir şey  değildi. İzleten şey, o diziye bakarken bir tabloya bakmaktı mesela.  Tablodaki donup kalmış figürler,  aslında tabloya çizilene dek neler yapmışlardı; tablo çizildikten sonra neler neler olacaktı anlattılar.

Zaten metropoldeki koşturmacadan yorgun insanlar saat sekizde o da oturabilirlerse koltuklarına oturup yine metropol koşturmacası sunan bir dizi izlemediler o dizi ile. Evet çok koşturmacalı, yoran, emek isteyen, hatta o emeğin hiç yağmur yağmadığında da çok yağmur düştüğünde de bir anda yok olacağı bir uğraş içindeydiler. Tarımla uğraşıyorlardı. Ama koşturdukları yerler tozlu tarlaydı, trafik karmaşalı bulvarlar değil.

Çitfçiydiler. Hakkıyla. Çiftlikte yaşayarak. Traktörlerde tarla sürerek. Ata bile binerek. Doğaldılar. Hala elde dikme, ilikleri elde açma giysileri vardı. Ata binerken uzun kloş etekler ya da bol pantolon etekler pek yakışıyordu.  Anadolu havası solunuyordu tam anlamıyla. Bakır sahanlardan çeyiz sandığına.

Biz  dizi izlerken o dizinin içini izledik, dışını değil. Yani dizide oynayıp adı başta yazılanları  izlemedik. Makyajları nasıl, giysileri nasıl, mobilyaları nasıl, köşkleri nasıl izlemesi değildi bu. Zaten böyle bir izleyiş efsaneye varacak bir dizi olgusu sağlamaz. Beklentilerin bir kısmını karşılayan kişisel bir vakit geçirme olur. Oysa bizim izlediğimiz, bir doğa belgeseli, mimari belgesel, tarım programı, halk kültürü filmi, hasret kaldığımız hayvanlar, koyun sürüsünden atına, horozundan ördeğinden kümes hayvanına çiftlik yaşamı, kır çiçekleri üzerinde uzanma, gökyüzünü gece yıldızlarıyla gündüz göz kamaştıran güneşiyle izlemekti.

Diyeceğim, bir ikinci izlediğim dizi olamadı bir daha, böylesine benim seçtiğim. Haaa, izlediğim diziler oldu. Konuları itibariyle. Ki o konular zaten beni seçmiştir daha çekim sırasında. Elveda Rumeli gibi. Captain Onedin gibi. Şimdi de Vatanım Sensin gibi.

Yani dizi izlemek çoğu kişi için biri bitip biri başlayacak oyalayıcı bir süreç iken seçici olanlar için birkaç saatlik bir zamanı ona adamaya kesinkes değecek  bir bütündür. Ögelerin biri bile eksik olsa izlenmekten cayılacak belki. Bütünlük bozulacak çünkü noksan bir öge olduğunda.

Her şeyi yerinde bir dizi bir kez çıktı  işte. O da ASİ idi. Belki ögeleri hiç de yerli yerinde olmayan bunca diziye  isyanla bu addaydı. Ve  bize  öyle bir hitap etti ki… Bir dizi için bir kez hadi iki kez yazı yazılması olabilecek bir şeyken üstünden yıllar geçmesine rağmen yazılacakların bitmediği, bitmeyeceği bir anlatım, sunum, görsellik, sinema oldu.  Şimdi de efsane oldu. Yüz binlerce oy alarak. Seçildi yani efsaneliğe.

Şimdi sadece bir dizi değil bir edebiyat, sinema, kültür, belgesel, halk bilimi, moda başyapıtı olarak anılmaya devam ediyor. Eder de hep J.
(Her hakkı saklıdır)
Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 08.03.2017, 09:56

Acemi.demirci@yahoo.com.tr; @AcemiDemirci 

2 Aralık 2016 Cuma

İstanbul’u görmemiş çiftçi kızdan İstanbullu çiftlikteki kıza



Güneyde bir kasabada, dedelerinin üç asırdır yaşadığı topraklar üzerindeki çiftlik evinin daha İstanbul’u görmemiş, Scarlett O’Hara’yı unutturan çiftçi ruhlu kasaba kızı ASİ’ye’nin benzeri biri var şimdilerde. Yine bir çiftlikte. Yine at biniyor; ama İstanbul’da büyümüş. Asiye’ye göre daha daha dahaları olan bir kız. ASİ’ye değil ama.

ASİ, bir diziydi; ama metropolün bloklarında, apartmanlarında kısılıp kalmış izleyenleri için içinde olmayı istedikleri ortamların akıp gidişiydi. Dizi süresince iki saat boyunca tarlalarda gezinmek… Doğadan kesitler seyretmek… At, tavuk, koyun sürüsü görmek… Çoğu eşyası kullanılmış olduğundan nasıl da gerçeklik hissi veren, kıyıcı olmaktan çok uzak taştan çiftlik evi mimarisi içindeki o ahırlı, müştemilatlı, ağıllı evde konuk olmak… Dizi sonuçta sanaldı; ama tüm bunlar gerçekti. Otantikti pek çok şey. Metropollü seyirci, Fransız  çiftlik mimarili bir evi olan bir  kasabada yaşadı, uyandı, dolandı 71 hafta boyunca.

ASİ’den sonra birkaç ASİmsi dizi gördük. ASİ ve ASİmsi aynı değil. O yüzden farkı gördük. Sonuç malum.

Çiftlikli, tarımlı, doğalı dizilerin mutlaka belli bir kitlesi olacaktır. Özellikle büyüdükçe büyümeye doyamayan şehirlerde doğa özlemi içinde olanlarca biraz ağaç, nehir, ova, tarla, dağ görebilmek için  yolu gözlenen diziler onlar. Biz işte tam da o metropolü olup ormanlı, dağlı, tarlalı kasaba özleminde olan kitleydik. Ve hala o aynı kitleyiz hala aynı doğa özlemi içindeki. Doğamızın  beslenebileceği diziler bekler  o yüzden metropol yılgınları bizler.

Bu beklentinin  fark edildiğinin de farkındayız. Her şey  yapılıyor belki de ASİ ile aynı formülü başka sayılarla kurarak. Ama sayıdan sayıya fark var. Asalından olmayanına. Artısından eksisine.

Yeni dizide de yine bizim ASİ’ye oynuyor. Yine at biniyor. Yine bir çiftlikte yaşıyor. Yine çiftliğe uygun giyiniyor zaman zaman.  Ama bu kez daha batıcıl, hani kovboy kültürüyle söylenişiyle western. Modern vurgulu. Biraz yabancı havalı biraz İstanbul; ama en çok ASİ vurgulu.

ASİ’ye’de o olağanüstü çiftlik ve doğanın yanında  kültür olarak zenginliği ekrandan taşan bir şehrin kendine özgü her şeyi vardı. Kasaba kızlarının ya da gençlerinin yetişmesi, görmedikleri, gördükleri vardı. Giyimler apayrıydı. Tiril tiril kumaşlardan. Çiçekli. Saçlar yine öyleydi. Scarkettvari.

Kızkardeşlerin akşamları dertleşmeleri, çekişmeleri, küçüklerin her dedikoduyu öğrenmek için üstelemeleri çok sahiydi. ASİ’ye’nin saflığı, dizinin  belki de ayarının yirmi dördüncü niteliğiydi. Yirmi dört ayara damgasını vuran.

Yine çıkagelen bir düşman aile oğlu var yeni dizide de. Yine kapanmamış bir konu sinsice alttan alttan yol alıyor. Yine gerçekleri bilmeyen bir kızın usuldan ısındığı o intikam peşindeki genç ve aile sırrı içinde akan bir öykü.

Dizi izlemediğimi sıkça yazarım. Bu, televizyona hiç bakmadığım anlamına gelmez. Televizyon hep açıktır. Sürekli o kanalda kalınmasını istetecek bir program yoksa eğer  beğenilen herhangi bir görüntü ile o görüntü bitene kadar vakit geçebilir. Bu bir dizi de olabilir. Dizi sonuna dek izlenmez; ama diyelim ki bir göl sahnesi varsa o sahne bitene kadar göle bakıldığı olabilir. Bu da diziyi izlemek, konunun akışını, gelişimini bilmek anlamını taşımaz haliyle.  

Zamanla ne olacak bilemiyoruz güneydeki  İstanbul’u görmemiş, çok sonraları gören ASİ’ye’den bir hayli farklı olsa da İstanbullu bir çiftlik kızı olduğu yeni dizi. Asla kötü bir dizi değildir elbet. Asla ASİ’ye’de olamayacak gibi şimdilik; oysa ASİ’ye’nin ikizi olmak için yola çıkmış gözüken bu dizi… Aralarındaki fark, daha yazıdaki başlıkta.
……………………………  .
(Her hakkı saklıdır)
Not: Yazımda yer alan yalnızca kendi çektiğim fotoğraflar ve içerik izinsiz olarak hiçbir yerde ve şekilde kullanılamaz, 
Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 02.12.2016, 15:06

Acemi.demirci@yahoo.com.tr; @AcemiDemirci 
  

18 Ağustos 2016 Perşembe

Gerçeklik Duygusunun Saç ayağı; Eskiler, Köşeler, Anılar

Tüm fotoğraflar ki elbette yalnızca benim tarafımdan çekilmiş, bana ait resimler, o dizinin çekildiği mekanlarda kimi dizi çekilmeden önce kimi de sonraki gezilerde çekilmiştir.
  
Yaza ayrı kışa ayrı diziler gırla gidiyor senenin bir, bir yarısında bir ikinci yarısında. Kadrolar çeşitli mi çeşitli. Henüz adı duyulmamış oyunculardan  çoğu da öğrencilerden de oluşuyor kimi. Patavatsız paldır küldür ünlülerden, geçkince; ama yine de sivri diliyle geçmemeye çalışanlardan bazıları da. Pek sevilenlerinden de pek ünlü tiyatrocularından da var oynayanlar arasında.

Önce aşçılı, uşaklı, hizmetçili konaklar  ya da yalılarda geçen hikayelere pek bir rağbet olmalı ki o dizilerden fazlasıyla çıkıyor karşımıza. Öyle akşamdan sabaha kısacık bir zaman sürecinde yaşanmışlık hissi veren diziler var ki sanki içinde geçtikleri evlerin bir geçmişi yokmuş gibi. Giysiler mağazadan henüz gelmiş gibidir, ayakkabılar  hiç iz edinmemiştir, mobilyalar daha geçenlerde bir gidişte  tefriş salonundan bir çırpıda ve bu sene modasından alınmıştır. Sanki eskilere hiç uzanmayan yaşamlardır eski bir tek şeyin olmadığı dekorlardaki diziler.  Oysa içinde yaşanmışlık olan her evde eski, yeniden kat be kat çoktur. Eski dediysek bir yıllık da eskidir, on yıllık da, yüz yıllık da.
 
Oysa dizilerdeki evlerde kaç kuşaktır yaşanmaktayken o kuşakların hiç eskittiği bir eşya ortada görülmez. Ortadakiler büyük tüm mağazalarda o an rastlayacağınız şeylerdir. Göze diken gibi batıyor bu ince ayrıntılar bir dizide. Daha ilkten inandırıcılıktan uzaklaşıyor böyle göz ardı edilmiş inceliklerden uzak çekilmiş diziler. Gerçeklik duygusu vermiyor. Veremez de zaten. Ev nasıldır, neye benzer hepimiz biliriz çünkü. Gelin evi gibi olmaz yılların evleri. Yani ev, ıskartaya çıkmış eskilerin yerine gelen yenilerle eskilerin harman olduğu sürece inandırıcı.

Öyle ev dekorları içinde çekiliyor ki bazı diziler o evin içinde doğmuş, büyümüş, güngörmüş birinin  o evde anı olarak bile sakladığı hiçbir şey yok mudur diyesiniz gelir. Bir masa, sandalye, halı filan.  Anı olarak ola ola bir çekmecedeki o da yepyeni bir kutudaki eski fotoğraflar, bir kolye, bir saç tokası filan sunuluyor. Ne kadar gerçek gözükebilir kolay kanmayan bir göze bu güya anımsı yaklaşımlar. Hiiiççç. Hem de hiç.

Eğer üstelik de birkaç kuşağın yaşadığı bir ev  idiyse dizideki, kaldı ki on beş yıllık bile olsa tenceresinden fincanına, halısından perdesine, koltuğundan baharatlığına eskimiş, “aaaa, annemin mutfağındaki o kaç yıllık baharat takımındanmış”, “bizim de böyle çalar saatimiz vardı” gibilerinden  söyleten şeyler olmalı. O evin gerçekten dizi gereği tem şimdi değil de dizideki geçmişe uzanan tarihte kurulduğu zamanı çağrıştıran tek bir öge olmaksızın ne inandırıcılık ne de gerçeklik duygusu olabilir dizi bünyesinde.

Haa, evet kimisi mobilyacı dükkanı gezercesine bir seyir sunan, tefriş salonunu andıran dekorları bunları seyretmekten hoşlanıyor olabilir, hedef kitle meselesi nedeniyle böyle çekimler yapılabilir. Ama gerçeklerle bağı kesip dekorundan giysisine algıda tekdüzelik uyandırıyorsa bir dizinin halleri, tutmuyor işte. Erken finalle sonlanıp giden kaç dizi var böyle. Ki bazılarının hiç de fena olmadığı söyleniyor.

Bir dizi izlemek en azından kulak vermek isterim tabii. Ama sırf dizi izlemek için zaman ayırabilecek tahammülü olmayanlardanım. Dizi dediğin dizi dizi şeyler sunacak. Öyle çok para harcamaya da gerek yok. Çekilen mekan mesela.  Metropoller dışında, biraz uzaklarda öyle yerler var ki. Mimari oralarda şiir gibi. Briket ve betondan, hazır çimentodan kuleler değil, oymalı,  işlemeli, yontmalı taştan, demir ya da ahşaptan el işçiliği kapılardan  mimarinin hasını yansıtan yapıyla dolu kentlerimiz var. Hatay gibi. Mardin gibi, Kars gibi. 

Hala çiftlikler var; ama diziler küs onlara. Çiftlikle, tarımla  pek ilgilenmesek de gezmeye Avrupa’ya gidince ne görüyoruz orada ilk? Koca bir çiftlik gibi değil mi Avrupa dediğin? Tarım hem de nasıl yapılmıyor mu tüm Fransasından, Belçikasından Almanyasına? Ve gelişmiş, büyük güç olmuş tek bir devlet var mı ki  tarım yapılmıyor olsun? Fransa bağcılık yapmaz mı, patates üretmez mi? Hollanda koskoca bir köy gibi değil mi kanallar arasında  kalmış her yerde denizden alçak küçük bir toprak parçasına oturmuş beyaz inekler geviş getirirken? Gerçeklik bunlarda, böylesi karelerde işte.

Dizi dışına gözünüzü çevirdiğinizde gördüğünüz ile gözünüzü diziye çevirdiğinizde gördüğünüz arasındaki gerçek olmayana yönelişe ait orantıda. Orantılar ters oldukça  gerçeklik duygusu uyanmayacak ve sonunda diziler sonsuz uykusunda dalacak bitiş vaktinden önce.

Oysa bir dizi vardı 71 hafta boyunca beklenen, 71 hafta sonunda da asla unutulmayan. Hem de nasıl gerçekti o dizi olduğu için dizi demek zorunda kaldığımız olgu. Mutfaktaki en az yirmi beş yıllık baharat takımına dek. Eski pervazlarından Kozcuoğlu kızlarının pirinç karyolalarına, biraz Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlett O’Harası modasını andıran çiftlik yaşamına uygun giysileriyle. Hele çamurlu siyah lastik çizmeler vardı ki Asi ayaklarda…Nasır tutmuş gepegencecik bir veteriner kızın elleri hele... Salgın hastalığa yakalanan ağıldaki koyun sürüsü… Sabun şenlikleri... O şenlikte içine altın konulan sabunun kime çıkacağı heyecanı... Çiftlikteki tavuğundan ördeğine, atına  hayvanlarla iç içe yaşam... Çeyiz düzmeler... Sandıktaki anneden kalma, dededen toruna hediye çeyizler ya bakırından yemenisine.

ASİ dizisi efsane oldu. Pek çok etmen var elbette mimarisinden giysilerinde, saç modellerinden,  kültüründen, çiftliğinden, kadrosundan, edebiyat uyarlaması olağanüstü güzel bir konu olmasından başka gerçeklik duygusuyla sizi içine çekmesiyle. Dizi oynamıyor da gerçek bir hayatı izliyorsunuz oturmuşunuz pencerenizden karşı pencerenin ardındakilere hissi vermesiyle. Şimdilerde bir diziye bakmam on dakika sürmüyor. Çekemiyor içine hiçbir dizi çünkü. Oysa beklenti, gerçeklik hissi vermesiyle dizinin kanıksanması. Bir dizi izleyemiyorsak benimseyip de, nedeni bunlar işte.

Biz bunlarsak eğer, gerçekliğimiz de bunlar. Hiç kimsenin evi iki ayda bir modaya uygun olarak tefriş salonları gibi döşenmez. Ama dizilerde döşeniyor. Bu, gerçeğe aykırı. Aykırılıkların sonucu ayrıksılık. O zaman dizi, tefriş salonu izlemeyi sevenlerce izleniyor tek. Ve yeni dizi arayışına gidiliyor. Oysa arayış, gerçeklik duygusu uyandırmak olsaydı…
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 16.08.2016, 11:14

@AcemiDemirci

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Anne ya da değil; ama anne duyarlılığındaki herkes için


Dünyanın sayılı nüktedan ve hazır cevaplarından, üzgünü güldüren; ama bu yeteneğini nedense benden esirgemiş :) ; ancak kendisinde hala hiç tükenmeden süren öğrenme merakını aklım erdiğinden beri fazlasıyla bana da aşılamış, edebiyat ve resim yapma yeteneğimi ondan aldığım, ki daha o kadarcıkken elimdeki deftercik ve kalemden de anlaşılıyor, Güzel Annem ve henüz iki buçuk yaşındayken bugünleri belli edercesine oyuncağı kağıt ve kalem olan ben.

Dualarına her zaman ihtiyacımız olan annelerden başta Annem olmak üzere gerçekte anne olsun olmasın yüreği anne duyarlığındaki herkesin ve elbette yavrularının annelerinin Anneler Gününü kutlarım.

Sağlıkla bir sonraki Anneler Gününde de mutlu kutlamalarda buluşmak üzere.
Sağdaki kahkülsüz Annem.
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 07.05.2016, 17:00
 @AcemiDemirci




8 Nisan 2016 Cuma

Niteliğin niceliği; yani ölçüt


Pek çok dizi var televizyon kanallarında. Tek bir dizi yok  oysa izlediğim, televizyon başında. Şimdiye dek bir dizi izledim olan biten. İzleyicilerinin, bir yollara düşmediği, Hatay’daki çiftliğe gidip de “Bitmesini istemiyoruz” demediği kalmıştı, 71 haftalık yolculuk  biterken. O topu topu bir kez bir dizi izlemiş olmaklık  yetiyor  şimdilerde.


Ne çok dizi var; görkemli evlerde, yalılarda çekilmekte. Görkem mi dizi oluyor yoksa dizi her şeyiyle bir bütün mü? Yani ilkten bir diziyi benimseyip de başına oturmaya davet edecek müzik,  ardından tarihi dokusundan mimarisine, doğasına sıcaklık yoksa  eğer, bir dizi  eksik vardır o dizide.
 

Eğer  sizi kuşatacak ögelerden yoksun bir dizi ise televizyondaki o an,  şöyle bir bakarsınız önce. Bakarsınız da fikir sahibi olmak için ama.  İzleyici olmazsınız. Ya da genellemeyeyim. Çoğu kişi için öyle. Bakmak, on dakika bile sürmez çoklukla. Bana yetiyor da artıyor bile beş dakika.  Ortamı ve kadronun niteliğini görmek için.

Galiba bizde, herhangi bir dizide oynayıp da göze çarpmış birinin yeni  çekilecek bir diziyi kazandığı o ilgi ile  tek başına götüreceği  inancı hayli yaygın. Oysa tek bir omuz için bu yük çok fazla. İzleyici her yaştan, her sosyo ekonomik  ve kültürel dilimden olduğuna göre konunun, ortamın, oyuncunun hitap edeceği kitle var, etmeyeceği kitle var.  Bana tek bir dizi hitap etti bunca dizi içinde. Ortamı doğa, tarih ve mimari ağırlıklıydı. Yani kültür kokuluydu evdeki eski sandıklardan bakır kaplara. 

Ev,  bir çiftlik evi. Aile,  bildik aile yapısından. Konu, az mı sınavına girip çıktığım İngiliz edebiyatının  hem de kadın yazarlarından birinin romanından. Jane Austen ki nedense galiba teenageleri yazdığından onun soyadını Austeen yazma eğilimim var dalıp gittiysem eğer anlatıma. Ne kadar işlediyse içime Bronte kardeşlerden Jane Austen'e artık...…
 

Çiftliğin dedesi de vardı ki Tuncel Kurtiz ile nasıl inandırıcı bir kimlikti;  anne babası da vardı elbet. Atı, ördeği, horozu, koyunu da. Ve kızlar...  Arada hasımlık olan yan çiftliktekiler. O yan çiftliğin geçmişi bir türlü unutamayan ve bizimkileri affedemeyen insanları. İşler ki iş yerlerinde, güçler ki tarlada, tapanda, ağılda, koyun otlatmada. Ekinlerin yağmursuz kalması... Nasırlı çiftçi elleri... Sürüler... Tozlu yollar... Hayatında İstanbul’u hiç görmemiş taşralı bir veteriner kız.
 


Giysiler moda dışı. Ama çiftliğe uygun; yani gerçek dışı değil. Bakınca biraz eski filmlerdeki at binen kızların giysilerinden esinlenilmiş olduğu  açıkça görülse de hiç yadırganmıyordu. Pek de beğenmiştik üstelik.  Nasıl yadırgansın, orada yadırganacak şey pek çok  tutarsızlığın barındığı dizilerdeki gibi çiftlikte bir karış topuklu ayakkabı giymek görsel tuzağı değildi.  Hiç tozlanmamış, kirlenmemiş ütülü giysiler içinde takıp takıştırdıkları kolyeleri,  el  yıkanırken lavabonun içine kadar girecek mi acaba,   Aşk-ı Memnu kahramanı kızın takılarına bakarken korktuğumuz gibi  kaygısı taşımıyordu. Zaten o görüntünün ardından andığım diziye de bir kez daha bakmamıştım. Gerçek hissi vermiyordu çünkü.
 

Çiftlikte yaşayıp da davete gider gibi giyinmek yerine böylesi pantolon etekli, basmadan buluzlü, düğmeleri kumaştan basılmış, bildik bir terzinin elinden çıkmış olduğu belli  giysiler inandırıcıydı. Bizler hep inandırıcı olanları önemsemez miyiz? Kandırmacalardan kaçmaz mıyız? İkilik değil dosdoğruluk istemez miyiz? İşte hiç kabının dışına taşmayan su gibiydi ASİ dizisi.


Bir dizi, bir oyuncunun sırtındaysa o kişinin sırtı yorulunca dizi düşer. ASİ öyle değildi. En seçkin tiyatro oyuncularından bir ön kuşak  oyuncuları vardı. Çetin Tekindor gibi. Tuncel Kurtiz gibi. Genç oyuncular ve daha gençleri vardı, yapmacıksız. Tiplemeler, her  ruh halinden, kültürdendi. Ama en güzeli dizinin bir tablo seyrettiğiniz hissini uyandıran o güzel şehirdeki o müthiş çiftlikti. Çiftlik o kadar gerçekti ki. Hala aklımızdan çıkmıyor. Orada yaşabilirdik biz de.


Neden mi inandırıcılık, gerçek hissi? Diyelim ki mutfaktaki  tuzluklar, biberlikler ve başka pek çok şey,  şimdi belli başlı mağazalara gittiğinizde hemen hepsinde göreceğiniz  tam bugünlerin, anın modasından değildi. Yirmi yıl öncesinin seramik baharatlıklarıydı Fatma Ana’nın Hatay yemekleri yaparken kullandıkları. Öyle inandırıcı, essah, sanki dizi stüdyosu değil de gerçek bir evdeymiş hissini verdi ki hepimize bu ayrıntılar, gerçekten mıhlandık kaldık biz dizi başında. Hayatımda ilk ve tek kez bir günü ve o gün oynayacak dizinin saatini bekler oldum. Çünkü seyredeceğimiz dizi değil, çiftlik ve ondan hayat bulan her şeydi.
 

Dizidekiler  birbirine kenetlenirken izleyenler  olan bizler de birbirimizi bulup kenetlendik. Öyle  iyi etmişim ki bir  kez bile olsun bir dizi izleyicisi olmakla. Ama şunu hemen yazayım, her dizinin izleyici kitlesi farklı. Herkes beklentisine uygun görsellikteki diziyi seyredecektir elbette. Bu da çok doğal.

Şimdi en kadim, en sevdiğim, kafadar arkadaşlarımdan oldular  o güzel, okumayı seven, kültürü sevdikleri için kültürün  hasının koktuğu bu diziyi izlemiş insanlar. Ve hepimiz de bu dizinin ardından en az iki kez oralara gidip gezdik. Bir farkla. Katıldığımız bir turla biz oraları ASİ dizinin çekildiğini bile bilmiyorken birkaç ay öncesinden uzun bir bayram tatilinde zaten gezmiştik. O yüzden Titus Tüneli görüntğüsü varsa dizinin bir bölümünde  hemen tanıyorduk.oraları.
 

Yoğrulduk birlikte kimi Bursa’dan kimi İstanbul’dan kimi dünyanın ta nerelerinden ASİ izleyicileri olarak. Hamur olduk. Bu sayfalara yerleştik  sonrasında. Televizyon başında dizimizi izlerkenki  aynı sahneleri artık aynı anda başka başka şehirlerde, ülkelerde göremiyor olsak da şimdi buradan  seslerimizi duyuyoruz yine zaman zaman. Öyle bir ses ki ASİ Nehri’nin ters akan suyunun tatlı bir şarkısı gibi.
 

Eğer izlenilmek için yapılacaksa bir dizi, kadrosu kalabalık olmalı. Kaç yıllık evlerin belli ki eskimiş olacak tuzluğundan birazcık eski koltuğuna  hepsi dizi için alınmış yepyeni şeyler olarak göze batacak  aykırı detaylar olmamalı. Kaç kuşağın çiftlik evindeki kaç yıllık yaşantıları anlatan çekimlerde eskimişlik mutlak  olmalı.  Gerçeklik duygusu hissedilmeli. Doğa olmalı bir kere. Kupkuru metropoller zaten uzanıp gidiyor gözümüzün önünde her an.

Şehirde yaşayanların çoğu yaz tatillerini memleketlerinde geçirirken  tüm yaşamlar sanki İstanbul’da,  yalılarda geçiyormuş gibi çekimler olursa hep, belki de dizi çekilmez olur kendini o hayata çok yabancı hissedenler için. Bir de her şey, her yükü üstlenmiş tek bir omuzda olmamalı desem bir kez daha. Dizide geri kalan herkesin kendince bir hayatı, sıkıntıları, saklısı gizlisi belki, belki korkuları, saplantıları, baş edemediği sorunları var. Yani robot değil insanlar. Dizi  kahramanı da olsa bir karakterin kendine has özellikleri mutlak vardır ve bu mutlak dizide görülmeli ki o insan gerçekmişe yakın dursun.

Neden yazıyorum ki… ASİ’yi izleyip fikir edinmek mümkünken tüm bunlar hakkında. Yapılacak şey, 71 saat harcamak. Sonrasında kaç yetmiş bir saat daha izlemek gerekecek kolunuzu kaptırdığınızdan işte ondan emin değildim. Bir kez ASİ Nehri sularına kapıldıktan sonra.

İyi, izlenebilir bir dizi için ölçüt, dizi sayısındaki çokluk değil. Çok olup niteliksiz olacaklarsa, başlarına gelecekler belli. Ölçüt, niteliğin niceliği!
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 08.04.2016, 16:32