8 Nisan 2016 Cuma

Niteliğin niceliği; yani ölçüt


Pek çok dizi var televizyon kanallarında. Tek bir dizi yok  oysa izlediğim, televizyon başında. Şimdiye dek bir dizi izledim olan biten. İzleyicilerinin, bir yollara düşmediği, Hatay’daki çiftliğe gidip de “Bitmesini istemiyoruz” demediği kalmıştı, 71 haftalık yolculuk  biterken. O topu topu bir kez bir dizi izlemiş olmaklık  yetiyor  şimdilerde.


Ne çok dizi var; görkemli evlerde, yalılarda çekilmekte. Görkem mi dizi oluyor yoksa dizi her şeyiyle bir bütün mü? Yani ilkten bir diziyi benimseyip de başına oturmaya davet edecek müzik,  ardından tarihi dokusundan mimarisine, doğasına sıcaklık yoksa  eğer, bir dizi  eksik vardır o dizide.
 

Eğer  sizi kuşatacak ögelerden yoksun bir dizi ise televizyondaki o an,  şöyle bir bakarsınız önce. Bakarsınız da fikir sahibi olmak için ama.  İzleyici olmazsınız. Ya da genellemeyeyim. Çoğu kişi için öyle. Bakmak, on dakika bile sürmez çoklukla. Bana yetiyor da artıyor bile beş dakika.  Ortamı ve kadronun niteliğini görmek için.

Galiba bizde, herhangi bir dizide oynayıp da göze çarpmış birinin yeni  çekilecek bir diziyi kazandığı o ilgi ile  tek başına götüreceği  inancı hayli yaygın. Oysa tek bir omuz için bu yük çok fazla. İzleyici her yaştan, her sosyo ekonomik  ve kültürel dilimden olduğuna göre konunun, ortamın, oyuncunun hitap edeceği kitle var, etmeyeceği kitle var.  Bana tek bir dizi hitap etti bunca dizi içinde. Ortamı doğa, tarih ve mimari ağırlıklıydı. Yani kültür kokuluydu evdeki eski sandıklardan bakır kaplara. 

Ev,  bir çiftlik evi. Aile,  bildik aile yapısından. Konu, az mı sınavına girip çıktığım İngiliz edebiyatının  hem de kadın yazarlarından birinin romanından. Jane Austen ki nedense galiba teenageleri yazdığından onun soyadını Austeen yazma eğilimim var dalıp gittiysem eğer anlatıma. Ne kadar işlediyse içime Bronte kardeşlerden Jane Austen'e artık...…
 

Çiftliğin dedesi de vardı ki Tuncel Kurtiz ile nasıl inandırıcı bir kimlikti;  anne babası da vardı elbet. Atı, ördeği, horozu, koyunu da. Ve kızlar...  Arada hasımlık olan yan çiftliktekiler. O yan çiftliğin geçmişi bir türlü unutamayan ve bizimkileri affedemeyen insanları. İşler ki iş yerlerinde, güçler ki tarlada, tapanda, ağılda, koyun otlatmada. Ekinlerin yağmursuz kalması... Nasırlı çiftçi elleri... Sürüler... Tozlu yollar... Hayatında İstanbul’u hiç görmemiş taşralı bir veteriner kız.
 


Giysiler moda dışı. Ama çiftliğe uygun; yani gerçek dışı değil. Bakınca biraz eski filmlerdeki at binen kızların giysilerinden esinlenilmiş olduğu  açıkça görülse de hiç yadırganmıyordu. Pek de beğenmiştik üstelik.  Nasıl yadırgansın, orada yadırganacak şey pek çok  tutarsızlığın barındığı dizilerdeki gibi çiftlikte bir karış topuklu ayakkabı giymek görsel tuzağı değildi.  Hiç tozlanmamış, kirlenmemiş ütülü giysiler içinde takıp takıştırdıkları kolyeleri,  el  yıkanırken lavabonun içine kadar girecek mi acaba,   Aşk-ı Memnu kahramanı kızın takılarına bakarken korktuğumuz gibi  kaygısı taşımıyordu. Zaten o görüntünün ardından andığım diziye de bir kez daha bakmamıştım. Gerçek hissi vermiyordu çünkü.
 

Çiftlikte yaşayıp da davete gider gibi giyinmek yerine böylesi pantolon etekli, basmadan buluzlü, düğmeleri kumaştan basılmış, bildik bir terzinin elinden çıkmış olduğu belli  giysiler inandırıcıydı. Bizler hep inandırıcı olanları önemsemez miyiz? Kandırmacalardan kaçmaz mıyız? İkilik değil dosdoğruluk istemez miyiz? İşte hiç kabının dışına taşmayan su gibiydi ASİ dizisi.


Bir dizi, bir oyuncunun sırtındaysa o kişinin sırtı yorulunca dizi düşer. ASİ öyle değildi. En seçkin tiyatro oyuncularından bir ön kuşak  oyuncuları vardı. Çetin Tekindor gibi. Tuncel Kurtiz gibi. Genç oyuncular ve daha gençleri vardı, yapmacıksız. Tiplemeler, her  ruh halinden, kültürdendi. Ama en güzeli dizinin bir tablo seyrettiğiniz hissini uyandıran o güzel şehirdeki o müthiş çiftlikti. Çiftlik o kadar gerçekti ki. Hala aklımızdan çıkmıyor. Orada yaşabilirdik biz de.


Neden mi inandırıcılık, gerçek hissi? Diyelim ki mutfaktaki  tuzluklar, biberlikler ve başka pek çok şey,  şimdi belli başlı mağazalara gittiğinizde hemen hepsinde göreceğiniz  tam bugünlerin, anın modasından değildi. Yirmi yıl öncesinin seramik baharatlıklarıydı Fatma Ana’nın Hatay yemekleri yaparken kullandıkları. Öyle inandırıcı, essah, sanki dizi stüdyosu değil de gerçek bir evdeymiş hissini verdi ki hepimize bu ayrıntılar, gerçekten mıhlandık kaldık biz dizi başında. Hayatımda ilk ve tek kez bir günü ve o gün oynayacak dizinin saatini bekler oldum. Çünkü seyredeceğimiz dizi değil, çiftlik ve ondan hayat bulan her şeydi.
 

Dizidekiler  birbirine kenetlenirken izleyenler  olan bizler de birbirimizi bulup kenetlendik. Öyle  iyi etmişim ki bir  kez bile olsun bir dizi izleyicisi olmakla. Ama şunu hemen yazayım, her dizinin izleyici kitlesi farklı. Herkes beklentisine uygun görsellikteki diziyi seyredecektir elbette. Bu da çok doğal.

Şimdi en kadim, en sevdiğim, kafadar arkadaşlarımdan oldular  o güzel, okumayı seven, kültürü sevdikleri için kültürün  hasının koktuğu bu diziyi izlemiş insanlar. Ve hepimiz de bu dizinin ardından en az iki kez oralara gidip gezdik. Bir farkla. Katıldığımız bir turla biz oraları ASİ dizinin çekildiğini bile bilmiyorken birkaç ay öncesinden uzun bir bayram tatilinde zaten gezmiştik. O yüzden Titus Tüneli görüntğüsü varsa dizinin bir bölümünde  hemen tanıyorduk.oraları.
 

Yoğrulduk birlikte kimi Bursa’dan kimi İstanbul’dan kimi dünyanın ta nerelerinden ASİ izleyicileri olarak. Hamur olduk. Bu sayfalara yerleştik  sonrasında. Televizyon başında dizimizi izlerkenki  aynı sahneleri artık aynı anda başka başka şehirlerde, ülkelerde göremiyor olsak da şimdi buradan  seslerimizi duyuyoruz yine zaman zaman. Öyle bir ses ki ASİ Nehri’nin ters akan suyunun tatlı bir şarkısı gibi.
 

Eğer izlenilmek için yapılacaksa bir dizi, kadrosu kalabalık olmalı. Kaç yıllık evlerin belli ki eskimiş olacak tuzluğundan birazcık eski koltuğuna  hepsi dizi için alınmış yepyeni şeyler olarak göze batacak  aykırı detaylar olmamalı. Kaç kuşağın çiftlik evindeki kaç yıllık yaşantıları anlatan çekimlerde eskimişlik mutlak  olmalı.  Gerçeklik duygusu hissedilmeli. Doğa olmalı bir kere. Kupkuru metropoller zaten uzanıp gidiyor gözümüzün önünde her an.

Şehirde yaşayanların çoğu yaz tatillerini memleketlerinde geçirirken  tüm yaşamlar sanki İstanbul’da,  yalılarda geçiyormuş gibi çekimler olursa hep, belki de dizi çekilmez olur kendini o hayata çok yabancı hissedenler için. Bir de her şey, her yükü üstlenmiş tek bir omuzda olmamalı desem bir kez daha. Dizide geri kalan herkesin kendince bir hayatı, sıkıntıları, saklısı gizlisi belki, belki korkuları, saplantıları, baş edemediği sorunları var. Yani robot değil insanlar. Dizi  kahramanı da olsa bir karakterin kendine has özellikleri mutlak vardır ve bu mutlak dizide görülmeli ki o insan gerçekmişe yakın dursun.

Neden yazıyorum ki… ASİ’yi izleyip fikir edinmek mümkünken tüm bunlar hakkında. Yapılacak şey, 71 saat harcamak. Sonrasında kaç yetmiş bir saat daha izlemek gerekecek kolunuzu kaptırdığınızdan işte ondan emin değildim. Bir kez ASİ Nehri sularına kapıldıktan sonra.

İyi, izlenebilir bir dizi için ölçüt, dizi sayısındaki çokluk değil. Çok olup niteliksiz olacaklarsa, başlarına gelecekler belli. Ölçüt, niteliğin niceliği!
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 08.04.2016, 16:32