Benim
yaşayamadıklarımın başında doğa geliyor. Yanı başında doğanın her rengi olan
bir ortam değil metropoller. Tepeler, çaylar sadece mahalle adlarında geçer
oralarda. Dereler mi? Şehrin caddelerinin altından akar.
Ne
kurbağa sesi duyulur ne kırlangıç yuvası görülür metropol keşmekeşi içinde.
Grup filan seyredilmez kayalara oturup ya da bir kır kahvesinde. Duyulan olsa
olsa trafiğin uğultusudur. Pencere kenarlarına konan serçeler de olmasa
cıvıldayacak tek bir kuş bulunmaz cam önünde.
Koklanan
şehrin isidir, pisidir egzozudur. Hanımelleri, kekik kokuları araba ile üç beş
saat ötede kokar. Kapı dışına çıkınca ne dağ yeli duyulur ne de o yelin
taşıdığı kır çiçeklerinin, yabani otların, dağ kekiklerinin kokusu duyulur. Mis
gibi çiçek kokularına, yağmur sonrası toprak kokusunu neredeyse unutmuştur çoğu
yapayalnız metropollüler. Onların burunlarının direği egzoz kokusundan, is kokusundan
kırılmıştır.
Samimiyet
hayvanlarda bulunur olmuştur. İnsanlardan kaçılır. Tek başına köpeğiyle
yaşayanlar giderek çoğalmaktadır. Belki yaşanılmak istenilen kalabalık bir aile
ortamıdır çocuklukta tadılmış olan. Ama gel gör ki şehir, yalnızlığa itmiştir
insanları. Sonunda dört duvar arasına kısılıp kalmıştır çoğu kişi bir
apartmanın bilmem kaçıncı katında. Apartman
hayatı içinde selam verilmez birbirine kolay kolay. Yanyana oturur komşu
olarak insanlar; ama yan yana oturan yabancıları oynarlar. Kimse kimsenin
halinden bilmez. Tek başına biri hasta olduğunda bir komşu olsun kapısını çalıp
bir tas çorbayla geçmiş olsuna gelmez. Metropolde yaşamak, çoklukla bir
başınalıktır. Yalnızlık gelmiştir işte kapıya. Koyusundan. Adım sesleri zaten
epeydir de duyulmaktaydı ya şehirler büyüyüp metropol olmaya doğru yol alırken.
Yemekler
tek başına yenilirken tat vermez. O
yüzden akşam yemekleri belki bir ekmek arasıdır metropol ıssızlığında
kaybolmuşların. Akşam saatlerinin eve dönenlerin cıvıltısı değil sesi
televizyondur olsa olsa. Oysa nasıl istenirdi masa dolusu insan olsun akşam
öğünlerinde. Konuşa konuşa yensin yemekler. Tenceredeki yemek yetmesin bile kalabalık
masaya.
Tek
başına yaşanan bir gözlü apartman dairelerinde öyle midir ya? Yapılan yemekler
ertesi güne daha ertesi güne kalır. Yalnız yenmez ki yemek dediğin. Can çekmez
bir kaşık bile almayı. O zaman ekmek arası peynirle geçiştirmekte sakınca
görülmez öğünleri.
O
doğanın fotoğraflarda görülebildiği metropollerde kaybolup gitmiş evlere doğayı,
çiftliği, yeli, atı, traktörü, mısır, domates tarlalarını, at binilen
sahilleri, sulanan tarlalarda, bahçelerde gezerken çamura bulanmış çizmeleri de
o sesi de bir düğme uzaklıkta
İşte
o tek bir sese, doğaya hasret olanımız, bir başına, bir artı bir apartman dairesinde
yalnızlık çekenimiz, memleketini özleyenimiz, tarlasından koptuğundan beri
samanın rengine, ekinin rüzgarda salınışına hasret kalanımız, sevda öykülerini
dört gözle bekleyenimizin kulağına değen bir müzik, başka bir müzik oldu. Bir
müzik parçası besteci oldu, doğaya hasret metropollülerin bestesini yaptı. Tek
tek notalar topladı Ankara’dan, İzmir’den, İstanbul’dan, Bursa’dan, Tokat’tan,
denizler ötesinden. Oralardaki yürekler nota oldu, yan yana geldi. Beste olup
çağladı. Ezgiler yazıya döküldü, bu sayfalarda satır satır okunur oldu. Doğa
üzerine. Sevgi üzerine. Aile bağları üzerine. Mimarinin hası üzerine. Atlı, kır
evli, traktörlü çiftlikler üzerine.
Bestenin
adı ASİ idi.
Acemi
Demirci, 20.12.2013, 10:23
acemidemirci@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder