10 Şubat 2014 Pazartesi

Çiftlik yollarından çıkagelen bir öykücülüğün öyküsü

Öykülerin de öyküsü var. Yaşanan cinsten. Tırnaklarla kazıma zorluğunda. Didinmenin, vakti satırlarda eğlenerek geçirmenin öyküsü, benim öykücülüğümün öyküsü.

Bu öyküde bir dizinin, ASİ’nin de yeri var.

Hep yazıyordum. İlk ciddi yazım bir çocuk şiiriydi. Şubat ayında Ünye’de okuduğum ortaokulun bahçesinde top oynayıp, terledikten sonra arkadaşımın hemen okulun karşısındaki evinin kapısını çalıp kana kana iki bardak soğuk su içip eve dönünce de boncuk boncuk terleyip ateşlenmiştim. Çok üşütmüşüm. Öksürük de başlayınca soluğu Samsun’da almıştık.

Samsun’da hastaneye gittiğimiz gün, bir Cumartesi günü idi. Haftasonuydu. Film çekebilmeleri için Pazartesi gününü beklememiz gerekiyordu. Olağan muayenede ciddi bir şey çıkmayınca “Beni ve annemi misafireten pazartesiye kadar ağırlayacaklarını” söylediler hastanede. Bırakmadılar. İyileşmeden de çıkartmadılar zaten.

Pazartesi günü filmim çekilince misafirlik bitti. Hastaneye yattım.

İlk kez bir hastanede yatmak hem de ortaokul öğrencisiyken garipsenen bir şey. Bir an önce bildik hayata geçmek istiyor insan. Hem de dersler beni bekler, sınavlara giremezken.
Misafirken yatar hasta olunca korktum galiba. Bir baktım bir şeyler yazıyorum. Uzun mu uzun bir şiir. Dörtlüklerden oluşuyor. Sanki hece vezinli.
Bir yerlerden tamamını bulacağımı hala umduğum bu şiirin şimdi aklımda iki kıtası var. Annemi ağlatmıştı bu çocuk duygularımın şiiri. Doktor da okuyunca hayretle yüzme bakmış ve şiirimi birkaç kez okumuştu. “Çok beğendiğini” beni her gördüğünde söylemişti.

“Suda ateş yanmadan

Çölde dere akmadan,

Çamda çiçek açmadan
Evvel iyi olmalıyım.

 
Leylekler geri gelmeden
Balıklar göç etmeden

Beni bilenler ölmeden

Evvel iyi olmalıyım”

diye gidiyordu.

 Yazdığım ilk satırlar bunlardı. Oysa o ana kadar hep çizerdim.  

Yazmak, sonraları da sürdü. Aklıma geldikçe. Anneler gününde. Dağ eteklerinde akan nehirlerin şırıltısını duyduğumda. Öykücülüğe varana dek.
Bu öyküyü burada da yayınlıyorum; çünkü öykücülük denizindeki en büyük adımlarımdan, kulaçlarımdan  biri burası ve buradaki bir arkadaşım; usayken.
Hep yazdım. Kimileyin çok seneler ara vererek. Zaman zaman yayınlananlar oldu yazdıklarımdan. Çalıştığım sektörün dergisinde de yazdım, yayın hayatında olduğu süre zarfında.

Bir gün televizyondan gelen bir müzik duydum. Notalar, bir su damlasının suya düşene kadarki çırpınışı ve suda dağılıp su birikintisine karışırkenki  çığlıkları gibiydi. Düşen su damlasıydılar yani. Mutfaktaydım o an. Doğruca televizyon başına koştum.

Bir dizinin öntanıtımı yapılıyordu. Mısır tarlasında, koçanlar arasında deri çizmeli bir çiftçi adam ve lastik çizmeli kızı geziniyordu. Bir çiftlik evi gördüm. Taştan. Rüya gibi. Bir doğa uzanıyordu, tabloları yapılandan. Bir mimari, sanatın ta kendisi.
Yine de ilk bölümü kaçırdım. Ama öntanıtımlara rastladıkça neler kaçırıyorum deyip Cuma günleri saat sekizde televizyon başına geçtim.

Geçiş o geçiş. Artık Cumalar’ın yolu gözlenir olmuştu. Bir dizi izlemek için. Aslında bir dizi kılıfında tabiat, mimari, tarla tapan, daha önce turla gidip her şeyine hayran olduğum kültür kokan bir kent, aile bağları, emek emek  lezzetli yemeklerle donatılmış, kız kardeşlerce şenlendirilen masalar, çiftlik ve katıksız, erdemli bir sevda izlemek için.

“Bir dizi izledim, hayatında bir dizi değişiklik oldu” diye yazdım  sonra hep  o dizinin sayfalarına.

Doğru dürüst dizi hatta televizyon bile izlemezken bir dizinin neler getireceğini merak eder oldum bir anda. Bu arada o diziyi en az benim kadar seven kişilerle de dizi sayfalarında buluştum bir baktım. Hepimiz bir diğerimizi rumuzlarımız ile tanıyorduk.
Bir gün bir rumuz ilişti gözüme. Bakakaldım.


İki hece, dört harf bir rumuzdu. usay’dı bu rumuz. O heceler bana bir çağrışımda bulundu. Bu rumuz, şimdi eşi ve iki oğluyla çok uzaklarda olan bir arkadaşımındı mutlaka. Koca dünyada bunca insana ait olabilecek bir rumuz nedense bana dünyanın geri kalanına değil de ille de benim uzaktaki arkadaşıma ait gözüktü. usay’ın yazısını okudum. Çok düzgün bir ifadeydi. Tıpkı arkadaşımın ifadesi gibi.

Çok geçmedi usay, rumuzunu usayken’e çevirdi. Üçüncü hece ile sanki bana “Hiç kuşkun olmasın; evet, benim” diyordu. Kesinlikle uzaktaki arkadaşımdı ilkin usay sonradan usayken.

usayken, kendisine soru soranlara cevaplar verirken zaten benim bildiğim şeyleri de anlatıyordu. Ben onun uzaktaki arkadaşım olduğunu biliyordum; ama uzaktaki arkadaşım tam karşısında olduğumu henüz bilmiyordu.
Bunu mutlak söylemek gerekti de arkadaşım buraya eski bir arkadaşına rastlamak fikri hiç aklından geçmeden gelmişti. Münasebetsizlik olur muydu acaba bir “merhaba”.

Söylemeden olmazdı. Dolayısıyla bir sohbette hafifçe çıtlattım ACEMIDEMIRCI’nin dışındaki adımı. Sonra bilmece gibi bir cümleyle kim olduğumu söyledim. Arkadaşımın tepkisi “balkondan düşecektim” oldu.

Dünya kocaman gözükse de aslında küçük. Hem de küçücük. Bir sanal sayfaya sığacak kadar küçük.

ASİ’ye’li ASİ dizisi kısa sürdü. Ama hala hayatın en uzun öykülerinden biri. Televizyonda sürmüyor şimdilerde. Ama sürüyor.
ASİ bitmeden bir tasa çötü ASİseverlerin ruhuna. Bir dizi vesilesiyle müzik, mimari, tabiat sevgisi gibi birçok ortak değeri birbirinden habersiz zaten çoktan benimsemiş ve sevmekte olan onca kişi ruhlarının bu denli yakın olduğu ve henüz tanımadıkları arkadaşlarına dizi bitince artık ulaşamayacakları, irtibat kuramayacakları kaygısına düştü. Haklıydılar. Ben de kaygılananlardandım.

Ben, ASİ dizisi sayesinde sadece usayken ile karşılaşmamış aynı zamanda artık kardeş bellediğim Yulia ve annemin doğduğu yerden hısım belki de akraba birisiyle daha karşılaşmıştım. Onun rumuzu Elif idi.


usayken, her konuda donanımlı, çok iyi eğitimli bir arkadaştı. Elektronik de onun fakülteden dalıdır zaten. Dizi bitimine yakın usayken bazı taleplerin odağı oldu bu yüzden. Ortak beğenilerimizin kesiştiği, birbirinden habersiz kişilerken çiftlikten, mimarinin hasından, çiçekli, allı güllü keten gömleklerden, tiril tiril uçuşan eteklerden, çağdaş Scarlett O’Haralar’dan, tarımdan, ağaçtan, kuş ötüşünden, maydanoz tarlalarından  haz alanlar olduğumuzu artık iyiden iyiye bize belleten  ASİ’nin bitiminden üzüntü duyarken, dünyanın dört bir yanından kişiler olarak bu güzel arkadaşlığımızı nasıl sürdürebileceğimiz tasasına düşmüştük.

Evet her birimiz dünyanın bir yerinde olsak da, yalnızca bir dizinin  sayfalarında bir araya gelmiş,  hala hiçbirini yüzyüze görmemiş olsam, bazen bazıları ile telefonda konuşmak bile yetiyor olsa da  herkesin ortak bir adreste buluşabilmesi en büyük dilekti benim için de. usayken’e iş düşecekti bu durumda. Hoş onun ne işten kaçtığı ne de kendisine yöneltilen bir isteği geri çevirdiğini ben hiç görmemiştim o uzaklara gidene kadar. Yine aynını yaptı usayken. Bize bir sayfa açtı kendi emeğiyle; asiesintiler.blogspot.com.

Dizi bittiğinden yazacak şeyler kısıtlı olmaya başlamıştı. Yazdığım denemeleri yayınlamaya başladım asiesintiler’i beslemek için. Kendi yayınladığım kendi yazılarım böylece ilk kez  ASİ dizisinin severleri için dizi bittikten sonra buluşma noktası olarak usayken’in oluşturduğu bir blogda çıktı.

asiesintiler’de epeyce çalışmamı yayınladıktan sonra usayken bana www.acemidemirci.blogspot.com adresli kendi rumuzumdan oluşan bir blog hazırlayıp hediye etti. Öyküye girişim henüz ciddi anlamda olmamıştı. Çokça denemelerim vardı. Kimi öykümsüydü.
Bana hep yarışlara katılmamı salık veren yakınlarımın iteklemesi, zorlaması ile katıldığım ilk yarışım, bir öykü yarışmasıydı. Yarışın başvuru tarihine çok az kalmışken karar vermiştim katılmaya. Yazılarımı gözden bile geçiremeden. Bir yarışa hazırlanmak ciddi bir uğraşı. Gözden geçirmeler, çıktı almalar, özgeçmiş hazırlama…

Rumuzumun ACEMIDEMIRCI olduğu bu yarışta, jürinin düzenlemesiyle  Acemi Demirci olarak ilk ödülümü aldım. ACEMIDEMIRCI,  bu yarıştan sonra Acemi Demirci olarak devam etti.
Yanıbaşımda çok içli, dokunaklı bir öykü vardı. Annem hatırlattı bunu yazmamı. Çeşme’deki ilk yıllarımızda bekçi köpeğimiz olan Kontes’in öyküsüydü bu hisli öykü. Ve elbette çağın Nasreddin Hocası denilen annemin babası Ziya dedemin öyküsü. Ve öykü yazışlarım kah gerçek hayat çıkışlı kah bir cümleden, üzgün bir  bakıştan etkilenip kendimce kurgulamalarla yoğrularak sürdü.

Aklıma roman yazacağım gelirdi. Ama aklıma öykü yazacağım hiç gelmezdi. İnsanın yaşadığı şeylerin çoğu hiç aklına gelmeyenler oluyor. Bu benim başıma birkaç kez geldi.

Şu an beş ödülüm var. Birinciliklerim de var mansiyon birinciliklerim de. Bu ödüllere giden yol, öykülerin gün ışığına çıkmasından geçen yol, her ne kadar ben ol git yazıyor olsam da ASİ’dir.

ASİ’nin sayfalarından bazılarında hala yayında olan yazışmalarımız sırasında hep şu soruya maruz kaldım “Siz gazeteci ya da yazar mısınız?”. Daha sonra hem kendi blogumdaki  hem yazdığım www.kadinhaberleri.com adresindeki çalışmalarımdan haberdar olan arkadaşlarım bana şu soruyu sordu “Sen mi yazıyorsun bu yazıları?”

Bu tepkiler benim açımdan, benim bakışımdan alınabilecek en güzel tepkilerdir. Bir okur için okuyup da çok etkilendiği hatta bazısını okuduktan sonra ağladığı bir öykünün, denemenin tüm iletişimi yalnızca sabahları “Günaydın”, akşamları da çıkışta “İyi akşamlar” olduğu biri tarafından yazılması çok şaşırtıcı geliyor. Çünkü öyküleri yazanlar pek böyle kendi içlerindeki kişiler değil de  gazete köşelerinde bir ad ve resimden ibaret olarak algılanıyordu. Benim bir çalışan olmamın yanı sıra öyküler yazıyor olmamın kanıksanması uzun sürmedi. Şimdi o soruların yerini beğeniler, okunan bir öykünün izlenimleri, konuşmalar aldı.
Kitap bastırmak zorlu mu zorlu. Hiç kolay değil. Belki herkese böyle gelmiyor olabilir; ama ben böyle olduğunu yaşayarak görüyorum. Ülkemizde “abece’den sonra hiç kitap okumadım” diyen kişi oranı yüzde otuz sekizmiş.  Eğitim ortalamamız ise dört buçuk yılmış. Roman okumaya göre daha az zaman alan, konuyu unutturmadan anlatılanın zaten bittiği öykü okuru da dolayısıyla fazla değil. Okuyanların haliyle eğilimlerine uygun kendi tercihleri var. Günün şartları ve gizemlere meraklar doğrultusunda.

Henüz ilk kitabım basılmış olmasa da bir e-kitap niteliğinde yayına sahip olabilmemin yolculuğu ASİ’nin çiftliğinden düşer yola. Sanal sayfalarda eski dostlarla karşılaşmakla pekişir. Çok değerli, aklı, mantığı, çalışkanlığı, istenen bir yardıma hemen yetişmesini evvelden beri bildiğim usayken’in aldığım en manidar hediye olan www.acemidemirci.blogspot.com’u kurup bana armağan etmesiyle öykücülüğe tümden ulaşır.

Tek başıma yazdım; ama yazın öyküm, usayken de dahil hala yüz yüze görüşemediğimiz onca arkadaşla pekişti. Yalnız kalmadım. İlk ödülümün müjdesini ailemden önce  yazın ailem diyebileceğim ASİ  sayfasından yüreğimin baş köşesine oturmuş arkadaşlarım arasındaki naile’ye verdim. Öyle sıkı bir dostluk geliştirmişiz ki meğer kültürel kavramlarla dolu bir dizideki çiftlik evinin gölgesinde, kimileyin büyük üzüntüler yaşayan arkadaşlarımın kederi benim satırlarımda ağladı. CEYHAN’a ithafen yazdığım “Gelincik yalnızlığı” gibi.
8 Şubat 2014 tarihinde, biraz aksamayla saat 22:00’den sonra ilk radyo söyleşimi yaptım. Radyo 1959’da. Bu yayın, edebiyat söyleşileri olarak sürecek. Gönül sıkça yapılmasını istese de iş, ev, yazmak, hasta aile büyüklerinden kalan zamanda gerçekleşecek.
ASİ dizisi, gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkmıştı. Gerçek bir öykücülük öyküsünü de ASİ’nin bereketli suları suladı.
Not: Asi dizisine ait resimler dışındaki tüm fotoğraflar yalnızca kendi çektiğim resimlerdir ve kaynak gösterilmeden hiçbir yerde yayınlanamaz, izinsiz olarak kullanılamazlar.

(Her hakkı saklıdır)

Acemi Demirci, 10.02.2014, 14:36


 

 

1 Ocak 2014 Çarşamba


Sağlığın sorunsuz, mutluluğun dipsiz, gönencin sınırsız, huzurun bitimsiz olduğu bir yeni yıl dilerim. 

   
 
 
Acemi Demirci, 01.01.2014, 00:14

21 Aralık 2013 Cumartesi

Bir metropollünün rüyası bir dizide gerçekleşti bir gün

Yaşayamadıklarımız, anlatamadıklarımız var hepimizin hayatında.


Benim yaşayamadıklarımın başında doğa geliyor. Yanı başında doğanın her rengi olan bir ortam değil metropoller. Tepeler, çaylar sadece mahalle adlarında geçer oralarda. Dereler mi? Şehrin caddelerinin altından akar.

Ne kurbağa sesi duyulur ne kırlangıç yuvası görülür metropol keşmekeşi içinde. Grup filan seyredilmez kayalara oturup ya da bir kır kahvesinde. Duyulan olsa olsa trafiğin uğultusudur. Pencere kenarlarına konan serçeler de olmasa cıvıldayacak tek bir kuş bulunmaz cam önünde.

Koklanan şehrin isidir, pisidir egzozudur. Hanımelleri, kekik kokuları araba ile üç beş saat ötede kokar. Kapı dışına çıkınca ne dağ yeli duyulur ne de o yelin taşıdığı kır çiçeklerinin, yabani otların, dağ kekiklerinin kokusu duyulur. Mis gibi çiçek kokularına, yağmur sonrası toprak kokusunu neredeyse unutmuştur çoğu yapayalnız metropollüler. Onların burunlarının direği egzoz kokusundan, is kokusundan kırılmıştır.

Samimiyet hayvanlarda bulunur olmuştur. İnsanlardan kaçılır. Tek başına köpeğiyle yaşayanlar giderek çoğalmaktadır. Belki yaşanılmak istenilen kalabalık bir aile ortamıdır çocuklukta tadılmış olan. Ama gel gör ki şehir, yalnızlığa itmiştir insanları. Sonunda dört duvar arasına kısılıp kalmıştır çoğu kişi bir apartmanın bilmem kaçıncı katında. Apartman  hayatı içinde selam verilmez birbirine kolay kolay. Yanyana oturur komşu olarak insanlar; ama yan yana oturan yabancıları oynarlar. Kimse kimsenin halinden bilmez. Tek başına biri hasta olduğunda bir komşu olsun kapısını çalıp bir tas çorbayla geçmiş olsuna gelmez. Metropolde yaşamak, çoklukla bir başınalıktır. Yalnızlık gelmiştir işte kapıya. Koyusundan. Adım sesleri zaten epeydir de duyulmaktaydı ya şehirler büyüyüp metropol olmaya doğru yol alırken.

Yemekler tek başına yenilirken  tat vermez. O yüzden akşam yemekleri belki bir ekmek arasıdır metropol ıssızlığında kaybolmuşların. Akşam saatlerinin eve dönenlerin cıvıltısı değil sesi televizyondur olsa olsa. Oysa nasıl istenirdi masa dolusu insan olsun akşam öğünlerinde. Konuşa konuşa yensin yemekler. Tenceredeki yemek yetmesin bile kalabalık masaya.

Tek başına yaşanan bir gözlü apartman dairelerinde öyle midir ya? Yapılan yemekler ertesi güne daha ertesi güne kalır. Yalnız yenmez ki yemek dediğin. Can çekmez bir kaşık bile almayı. O zaman ekmek arası peynirle geçiştirmekte sakınca görülmez öğünleri.

 Onca yalnızın birbirinden habersiz yaşadığı o yalnızlıkta evin içinde bir ses vardır, tek bir ses. Bir düğme uzaklıktadır o ses. Televizyon sesi.

O doğanın fotoğraflarda görülebildiği metropollerde kaybolup gitmiş evlere doğayı, çiftliği, yeli, atı, traktörü, mısır, domates tarlalarını, at binilen sahilleri, sulanan tarlalarda, bahçelerde gezerken çamura bulanmış çizmeleri de o sesi de bir düğme uzaklıkta

İşte o tek bir sese, doğaya hasret olanımız, bir başına, bir artı bir apartman dairesinde yalnızlık çekenimiz, memleketini özleyenimiz, tarlasından koptuğundan beri samanın rengine, ekinin rüzgarda salınışına hasret kalanımız, sevda öykülerini dört gözle bekleyenimizin kulağına değen bir müzik, başka bir müzik oldu. Bir müzik parçası besteci oldu, doğaya hasret metropollülerin bestesini yaptı. Tek tek notalar topladı Ankara’dan, İzmir’den, İstanbul’dan, Bursa’dan, Tokat’tan, denizler ötesinden. Oralardaki yürekler nota oldu, yan yana geldi. Beste olup çağladı. Ezgiler yazıya döküldü, bu sayfalarda satır satır okunur oldu. Doğa üzerine. Sevgi üzerine. Aile bağları üzerine. Mimarinin hası üzerine. Atlı, kır evli, traktörlü çiftlikler üzerine.

Bestenin adı ASİ idi.

Acemi Demirci, 20.12.2013, 10:23

acemidemirci@gmail.com

 

 

30 Kasım 2013 Cumartesi

Bir kültürel kavramlar demetinin adı: ASİ


 

Sevgi çeşit çeşit. Hem hissediliş yoğunluğunda hem farklı farklı varlıklara duyulmasıyla. Annenin yavrusuna sevgisi başka, bir gözün tabiatın renklerine, oluşumlarına sevgisi başka. İki gencin birbirine on yedisindeki aşkı başka, kırkındaki saygı ağırlıklı sevgileri bambaşka.

Yüreklerimizde derin sevgi beslediğimiz şeyler her zaman gözlerimizden yüreklerime akıp, ruhumuzu besleyemez. Diyelim ki keşmekeş bir şehrin bir kentlisi olarak içimizde çiftlik sevgisi taşıyorsak gözümüzü besleyecek bir çiftlik görüntüsünü hayal bile edemiyoruz otuz  üç katlı bloklar arasında sıkışıp kalmışken.

Hep ılgıt ılgıt rüzgarların estiği bir dağ eteğinde olmayı istesek de beton dağlardan başka bir dağ silsilesi göremez gözlerimiz metropolün yığıntısı içinde.

Bloklar… Mimarinin en anlamsızı. Asırlar boyunca tarihi eserler gibi kalıcı olmayanı. Sanattan uzak yaıdaki yapılar…Yapıların  sanata küskünü. Bir de sanatın mimari adlısını  küstüreni üstelik.

Mimari dedin mi daha kapıdan, pencereden, çatıdan seslenecek gümbür gümbür.  Nakışlı olacak, işçilikli olacak. Demir korumalıklı olacak pencereler. O demirler öyle nakışlarla süslenmiş olacak ki resimlerini çekmeye doyamayacaksın. O kapıları nakşeden marangozlara nasıl da saygı duyulacak.

Mimari unsurlu evlerin taştan yapılmışı başka niteliklidir ahşaptan yapılmışı başka. Bacaları sevimli, nasıl da oyalı. Çatıları yarı silindirik  kırmızı kiremitli. Kepenkli belki de pencereleri.

Koca şehirlerin öfkeli esen rüzgarlar gibi vınlayarak geçip giden, makaslar atan, hızın sınırını zorlayan, ortalığı egzoza boğan lüks arabalarından yılmışken at gezinen sahilleri sevmek yürek ister. Atla gezinti yapılan palmiyeli yollar gibi yollarda gezinmeyi, göl kenarlarının sükunetinde dinlenmeyi  düşlemek romantik bir hayal kurmanın ötesine gidemez bir bloğun bilmem kaçıncı katından yoldaki arabaları oyuncak araba ebadında görürken.

Gözler ne tarlaya ne ekine ne de buğdaya, başağa, çavdara doyar metropollerde. Soluk, oksijene hasrettir karbondioksiten geniz yanarken. Kulaklar en doğal melodileri özler jilet gibi yanık ve çığırtkan, acı çığlıklarla ağlayan müziklerle birlikte trafik gürültüsü, şehrin uğultusunu duymaktan yorulmuşken.

At binilen Samandağı sahilleri
Bahar çiçeği kokan, yağmur yemiş toprak kokan, ıhlamur kokan hava solumak en olmaz düştür metropol yaşamında. Bu havayı solumak için bahar çiçeği açmalıdır öce bahçelerde, sokaklarda. Ihlamur ağaçları olmalıdır dört bir yanda. Mayıs sonlarında, Haziran ayında  mis gibi ıhlamurlar kokularını sağa sola taşımak için yeller dolaşmalıdır sokak aralarında.  Nemli taze kokular salması için yağmur yağmalıdır toprağa.

Ne yağmur yağıyor  kırk ikindilerde ne de güz gününde artık. Kupkuru mevsimler. Ne ıhlamurlar boy veriyor her yerde tek tük dikilenleri saymazsak ne de bahar gerine gerine gelemiyor asfaltla döşeli her yana. Gelincikler taşların arasından gülüyor bazen bir yol bulup. Dağlar düzlenebiliyor, üzerine betondan dağlar dikilmek üzere. Kıyıcı mı kıyıcı metropol hayatı. Yorucu. Yıldırıcı. Hani balkonu olanların biraz hava alabildiği için şükrettiği; ama yine de akılların bir köşesinde hep balkon kadar değil de orman kadar açık hava özlemi duyduğu hasretlerle doludur metropoller..

Sanata, doğaya, mimariye, güzelliğe sevginin sadece duyulmakla kaldığı; ama bu sevginin duyulduğu ögelerin göremediği yerler oldu koca şehirler. Sanata, doğaya, mimariye, güzelliğe sevginin tek bir kavramda var olmuş adı da yok henüz. O ad, ASİ ile konuldu. ASİ konuldu.

Asi, yemişli, meyve veren bir koca çınar. Bir dalından mimari toplanır, öte dalından tarih, bu yandaki daldan tabiat, öbür yandakinden tarla tapan, berikinden çiftlik hayatı, üst dallarda aile bağları, katıksız sevda. Dalları bereketli, dopdolu envai çeşit yemişlerle. Bu yemişlerle doydu bunlara aç, bunlara hasret gözümüz, gönlümüz.

Her biri ayrı yemişten dallar, bir demet oldu çiçek çiçek, koku koku, renk renk, ASİ adında belirdi. Dizi olarak. Televizyonda. Sanata, mimariye, tabiata, ekine, tarlaya, çiftlik hayatına, aile bağlarına, giysinin elde dikilenine, çantanın çizmenin gönden olanına, doğaya, doğallığa duyulan şehrin baskıladığı sevgilerin adı kısacık bir kelime oldu bir dizide. Bir kelime, o kadar. İki hececik, üç harflik yalnızca. ASİ.

Koskocaman kavramlara duyulan sevginin kısacık adı ASİ. Sanıyor musunuz o sadece 71 bölümlük bir oyundan, bir senaryodan ibaret basit bir dizi?

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 29.11.2013, 13:52

acemidemirci@gmail.com
Not: Resimler, 2007 yılı Aralık ayındaki Hatay turumuzda benim çektiğim fotoğraflardır.

29 Ekim 2013 Salı

Anı olmamak; ama anılmak


 
Bir dizi başlayacaktı  Ekim ayının sonlarında. Altı yıl önce. Kanalların birinde. Cumaları, saat 20:30’da evlere gelecek. Duyunca hiç heyecanlanmadım, bir diziydi sonuçta.

O dizi, bir dizi, dizi dizi anlamlar, neşeler, görsel şölenlere gebeymiş oysa.  İnce dokuluymuş, kültür kokuluymuş. Sevdanın hasının öyküsü olduğunun az çok farkındaydı zaten Aşk ve Gurur romanından ötürü.

 Göründü sonunda ne kadar görülecek güzellik varsa kucağından döke döke. Tarihin sokaklarda kol gezdiği, tabiatın çağlayıp coştuğu hiç bilmediğimiz güneydeki o elleri sevdirerek, iz bırakarak  da bitti, müziği hala kulaklarımızda çınlarken.  

Çok kısa bir şölendi ASİ. 71 haftalıktı. Senelerce sürmedi. Ama 71 haftalık o dizi, seneler sürmeyi bitiminin ardına sakladı. Kaç 71 hafta süreceğini o bile bilemezdi; ama biten her 71 haftanın ardından devrilecek yeni bir yetmiş bir hafta başlatarak bitti. Şimdi televizyonlarda oynayarak sürmüyor tabiat renkli, mimari vurgulu dizi. Bu çağın Scarlett O’Hara’sı ASİ’ye tarafından modanın da modacıların da baş edemeyeceği giysilerin dizisi. Yer ettiği dimağlarda, o dimağlardan taşarak buralarda sürüyor.

Çiftçiliği, çiftliği anlatır da samanlık görülmez mi o dizide? Samanlıkları çok görsek de ASİ’nin saman alevi olduğunu hiç görmedik. Samandağı sahillerinde at gezileri gördük, doyumsuz.

Neydi olan biten yalnızca bir dizinin büyüsü? Neydi bir diziye onca insanın gösterdiği ilginin nedeni? Dizi mi yok oysa. Var, hem de tonlarca. Hangi, üstelik de bitmiş bir dizi böylesine yaşatılıyor yüreklerde seneler geçmiş olsa da bitiminin üstünden? Böylesine yazılıp çiziliyor hala hakkında? Belki dizi mitolojisi oluşturma yolunda…

ASİ, bir kültürdü. Katkısı içeriğiydi. Mimari, tarih, çiftlik diye hep yazıyorum ya.. O cümleyi tekrarlamış olacağım kültürdü derken. Kültürün yozlaşmamışını yansıtan ender dizilerdendi.

İçerikteydi büyü. Oyunculardaydı efsun. Doğallıktaydı tüm sır. İlle Boğaz kenarlarında çoğu insanın görmek şöyle dursun en fazla gazetelerde resmini göreceği yalılarda geçmemesindeydi.  Artık bloklara sıkışmış insanların çocukluklarındaki anılarından çıkagelen taş evli bir çiftlikte, tozlu yollarda, koyun sürüleri arasında, baharda gelinciklerin tarlaları boyadığı alda, evin etrafındaki meyve ağaçlarındaydı gizem. Kuş seslerinin duyulduğu ev bahçelerinde oturabilmekteydi.

Alabildiğine her şeyde var olan sadelikteydi güzellik. Yıllardır kullanıldığı belli olduğu için essah gözüken, daha demin ocaktan yemek tenceresinin alındığı hissini uyandıran mutfağın sahici havasıydı. Raflardaki seramik baharatlıklara bakarken biber kavanozunun yarısının boş olduğunu sezmekteydi içtenlik.

Tüm bu sadeliğin can noktası, bir sevda ile oyalanmış çiftlik yaşamının kültürle taçlanmasındaydı. Kendi halindeki, tarihi yerlerin yanıbaşındaki bir kentte  geçen öyküdeydi heyecan. Dağ eteklerindeki, kayalardaki   kalıntıların geçmişten bugüne hayatın aktığını, esen yelle anlatmasındaydı. Tarihi yerlerin uyandırdığı her düşüncede, derinlikteydi ufuk.  Tabiatın cömertliğindeydi rengin envai çeşidi. Mimari detayların, kapıların, pencerelerin, balkon demirlerinin bakmaya doyulamamasındaydı şehrin güzelliği. Tarımın doyuruculuğunun nasıl da güzel anlatılmasıydı çiftçi ruhu.  Daha kırk yıl öncesine kadar dedelerimizin bindiği; ama şimdi sadece sütçü beygiri olarak bilinmeye başlayan o güzel atlarla gezintilerdeydi coşku. Çiçeklerin, çiçekler gibi güzel; sarmaşıklar gibi birbirlerine tutunan kızkardeşlerin yakınlığından kokular taşımasındaydı ev havası. Samimiyet, aileyi aile yapan bağın, ev bireylerinin birbirine kenetlenmiş bilekleri olduğunu yalın mı yalın göstermesindeydi. Eşyaların eskiliğindeydi yaşanmışlık. Eski eşyalar yaşanmışlıkların ilk  kanıtıdır. Tefriş salonu havası uyandırmazlar yaşamın aktığı yerler. Bugünün modası  olan her bir eşyanın, biblonun aynı mağazadan, aynı anda, bir kerede seçilip döşendiği besbelli eşyalarla dolu yalılarda geçen dizilerin  sağlayamadığı inandırıcılığı, sıcaklığı sunuvermelerindeydi gerçekliği.

ASİ’ye’nin çiçekli, biyeli, nervirli, sutaşlı elbiselerindeydi modanın en güzeli. Gelip geçmeyecek olanı. Hani çocukken annelerimizin aylık moda dergisi alıp, patron çıkarıp, emprime kumaşları, basmaları, pazenleri, ketenleri hatta yünlüleri biçerek bizlere  diktikleri  giysileri çağrıştıran, terzi elinden çıkma çiçekli, dökümlü eteklerde, bulüzlerdeydi zarafet. Resim sanatının, mimarinin, yazın sanatının, doğanın, tarımın  dizide can bulmasıydı  incelik. Çamurlu lastik çizmelerdeydi hayat kavgası.

Veteriner diplomalı çiftçi kızın öyküsündeydi tüm gizem. Çiftçi kızın kuzuları, koyunları ile patikalarda gezmesiydi tabloların en özleneni.  Üç yüzyıldır bir çiftlikte yaşayabilmek erdemiydi kök salmanın anlamı.

Hepimiz özlemiştik ipin ucunun kaçtığı şehirlerde yaşarken ırmak görmeyi, defne ağacı görmeyi, çiftlik görmeyi, tarla tapan görmeyi. Üç yüz yıldır yaşanılan Kozcuoğlu Çiftliği’nin öyküsüne bir de yan çiftliğin İstanbullar’da büyümüş, içi yanık oğlu dahil olurken iki çiftliğin öyküsü iç içe geçerken, harmanlanırken ters akan ASİ suların nasıl çalkalandığını, bulandığını sonra tortuların dibe çöküp arı, tertemiz bir suyun nasıl ortaya çıktığını kitap okurcasına seyretmekti  dizideki tat. Bunlardı bizi  Aşk ve Gurur adlı İngiliz romanından, ASİ diye bu topraklara mal olmuş öykünün hep hatırlayıcıları olarak şu ana, bugüne getiren.

Kaç öykü kültür doludur? Biz bugün bile andığımız ve anmaktan yorulmayacağımız ASİ’yi anarken yalnızca bir dizi anmıyoruz. Andıklarımızın listesi hayli uzun. Şiirin çiftlikte inşa edilmişini anıyoruz.  Usta fırça darbeli başyapıt resimlerinde görülebilecek manzaraları anıyoruz.  Kültürün derinliklerini anıyoruz.  Yanıbaşındaki yitmemiş tarlaları, çiftlikleri, kırlarıyla çok özlediğimiz yalın kent hayatını anıyoruz.  Dünyanın sadece bugünden ibaret olmadığını, kalıntılardaki mozaikleri,  mermer sütunları, yontularıyla kibarca gösteren tarihi yerleri, ağaç altındaki gizli saklı köşeleri anıyoruz. Mimarinin hasıyla oyalanmış bir şehrin dar sokaklarında gezmenin keyfini anıyoruz.  Sanki bir tablodaki çiftçi kızın tablodan kaçıvermiş de tozlu yollara girivermiş gibi artık kalmamış çiftlik hayatı ve o hayatı yaşayan ASİ’ye kızı anıyoruz.  El işçiliğinin taş köprülerde, kızların odalarındaki pirinç karyola başlıklarında, sandık işlemelerinde olanını, konaklardaki kahve saatlerini anıyoruz. Akşamları kardeşlerin bir araya gelip avlu duvarının üzerine oturup dertleşmelerini anıyoruz.  Sabun şenliklerinde gezinmeyi, içinde altın olan sabunun kimde olduğunu heyecanla beklemeyi, şehrin yüzyıllardır süren geleneksel şenliğinin olduğunu bilmek mutluluğunu  anıyoruz.  Şimdilerde sadece düşsel olacağını sandığımız hayatın, çiftliğin, atla gezintilerin, şenliklerin  gerçekten var olan haliyle karşımıza aniden çıkıvermesini anıyoruz.

O çiftlik gözümüzün gıdasıydı. O dizi ile duyduğumuz tınılar, o müzik de ruhumuzun gıdasıydı. Samimiyetsizlikten, koca şehirlerin kalabalığından, keşmekeşten hatta kalabalık içindeki yalnızlıklardan usanmışlar için doğallığın, güzelliğin, sadeliğin ta kendisiydi önünde sonunda bir dizi olan; ama gerçekliğin dizide vücut bulmuşu ASİ. Yani biz, unutulamayacak ne varsa unutmadan  hala onu anıyoruz.

Acemi Demirci, 29.10.23013, 07: 35

2 Ekim 2013 Çarşamba

Ağa ya da dayının ardından.....


 
Kimi için dayı o; bizim için o Cemal Ağa hep.


Kimi için ‘o’ olan kimi için ‘bu’dur. Kimisi için Ramiz dayı olsa da Tuncel Kurtiz bizim için Cemal Ağa’dır. ASİ’ye kızın ağa dedesidir o. Bilindik tonton, gözlüğü burnunun üzerine düşmüş, koltuğunda oturup sabah gazetelerini okuyan, küçük torununun elinden tutup parklarda gezen dedelere hiç benzemez. Onun eli tutsa tutsa para tutar, iş tutar.


Ağadır. Cemal Ağa’dır bir de. Serveti kaçakçılıktan gelir. Hatay’ın eski kaçakçılarındandır sonradan ağa, Cemal Ağa. Oraların en  variyetlisidir. Dantel gibi işlenmiş taşlardan yapılmış eski konaklarda yaşar. Halıları ipekten, koltukları goblendendir. Ağadır yani. Tam anlamıyla.



Sadece oyuncu Tuncel Kurtiz idi önceleri. Son beş altı yıl içinde apayrı iki karakterle göründü televizyonda; iki ayrı dizide. Önce doğaseverler, toprak ve tarım severler, çiftlikseverler, atla deniz kenarında gezintiseverler, mimariseverler olarak bir diziye kapılmış seyre dalan bizler    tanıdık Cemal Ağa’yı Kozcuoğlu çiftliğinin dedesi olarak. Daha Ramiz dayı kaleme bile alınmamışken. Önce Cemal Ağa’ydı Tuncel Kurtiz, çiftliklerde, konaklarda. Öncesi ağa olmasa da. Kaçakçılıkla başlasa da işe; kaça kaça ağalığa kaçmıştı gönlü.


Ne dizeler döktürürdü Cemal Ağa öyle ağzı açık dinlenecek ne de özlü sözler söylerdi ciltlerle kitaplar yazılası üzerine. Bir hin bakışı vardı ki….. O an gebeydi işte o andan sonra olacaklara. Sevdi mi sever torunu ASİ’ye’yi sevdiği gibi, sevmedi mi hiç sevmezdi torunu ASİ’ye’nin babası İhsan beyi sevmediği gibi. Ağzı başka laflar ederdi. Para pul üzerine; toprak, arsa üzerine. Edebiyatmış, vecizeymiş, teşbihmiş  kimdi Cemal Ağa kim?

ASİ biteli hayli olmuştu. Bir de baktık Ramiz dayı kılığına bürünüverdi Cemal Ağa’nın özü Tuncel Kurtiz. Bir büründü pir büründü ASİ’nin ağası dayılığa. Neredeyse mezar taşına dayı yazılacak kadar dayı oldu bizim ağa. Sevindik tabii. Rolün ağası olmak kolay mı? Oynayınca öyle oynayacaksın. Buralarda hala Ağa kalıp  şimdilerde dayı olacaksın  gerçek adın bile anılmaksızın. Dayı diye çağrılacaksın.

ASİ’ye kızın dedesi, ASİ’ye kızın babasının belalı kayınbabası, çığırtkan ve burnu her işte Neriman’ın babası Cemal Ağa, yine onu seven başkalarınca çağrıldığı gibi Ramiz dayı artık çok sevdiği Kaz Dağları’nın bir köşesinde uykuda.

Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

02.10.2013, 09:43, Acemi Demirci

 

28 Ağustos 2013 Çarşamba

a’dan z’ye ASİ; bcdfghkl…..ASİ….mnprstvyz



bASİrettir o. Sağduyulu bir kasaba kızıdır. bASİreti bağlansa da sağduyusu şaşmaz bir çiftçidir. Aklını dinlemeye çalışsa da bazen gönlü aklının dediğine kulak asmaz.


bASİttir hayatı, çetrefilsiz, karmaşasız. Ne üçüncü kişilere yer var yüreklerde ne de fitne fesat içte. En düzünden, dümdüzünden her şey.  Som ondaki sevda
.
fASİt daire değil kırda, yazının yüzünde, dağın eteğinde, tarlanın ortasındaki yaşam. Her kışın sonu baharsa da her bahar bereketle gelmez. Yağmura doyuranı da olur sahilde at üstünde ıslata ıslata, susuz bırakıp toprağı çatlanı da. Toprak suya hasret kalıp  çatladığında ASİ’ye kızın içi yanar. Toprak Maya’sı ile mayalanmıştır onun sevdası. Doğaya, tarlaya, çiftliğe, aileye ve yan komşu çiftliğin demir görünüp pamuk yürekli olan oğlunadır sevdası.

hASİs değil, bencillik yok su yosunu kadar yumuşak bakışlarda. Art niyet hiç yok. Varsa yoksa aile, doğa, ekin tarla. Kuş, kuzu. Böcekler, kelebekler.Kır çiçekleri üzerinde uzanıp gökyüzünü  seyretmeye doyamaz.
kASİsler çıkar önüne irisinden ufağından. İnişler de olur belki, çıkışlar da yürüdüğü yolda. Sarpa saran hayatın kendisi, yol değil. Ne ASİ’ye kızın gönlünde kASİs oluşur ne de demirden oğlanın düşüncelerinde. Ata binmişcesine uçar geçerler engebelerden, yalın katıksız duygularda.

mASİf, som, sulanmamış onlarda her şey. Belki tersine akar sevdaları bile Asi Nehri’ne özenip; ama yolunu bulur er geç. İçte ilerler sessizce dışta görünür olmadığı, göstermeden yaşandığı zamanlarda bile. Başka şey bulaşmamıştır yapılarına iyilikten güzellikten gayri.

nASİp oldu bir kerecik de olsa çiftçi kızın lastik çizmeleriyle gezdiği tarlalarda gezinmek  bize de. Belki yüzyıllık taştan bir çiftlik evinde dört kızla avukat ama çiftçi olmayı yeğlemiş bir babanın, vara yoğa çığırtkanlık etmede üstüne olmayan, burnunu her işe sokmazsa olmaz bir annenin öyküsünde gezdirdi bizi o sihirli lastik çizmeler. Yan çiftlikle husumetli olunsa da gönüllerdeki ateşlerin o husumetti erittiğini gördük lastik çizmelerin peşinden giderken. Demir bir komşuluğun, ibrişime dönüşüp ipek gibi bir sevda olup uçuştuğunu gördük. Dar sokaklarına inciler gibi dizilmiş taştan, ahşaptan evlerin oymalı, işlemeli kapılarının “açılmasa da seyrine dursak” dedirttiği mimarinin hasını gezdik lastik tarla çamuru bulaşmış çizmelerin peşinde.

 Aile bağlarıyla kenetlenmiş, tarım ile yeşermiş öykünün yolunda lastik çizmeden izler bıraktık. En şık defilelerde rastlanılamayacak, kadına en yakışan tiril tiril çiçekli kumaşlardan elde dikilmiş, basmasından, pazeninden, keteninden giysileri gördük lastik çizmelerin üstünde.   Aslında dizi demek  ne demek o görsel şölene. Bir kitabı görerek okuduk yerinde, öykünün geçtiği çiftlikte. Satırlarında gezmedi gözleriniz bir öykünün. Yollarında, sahilinde, çiftliğinde, sokaklarında, kapısında, pecesinde gezerek okumak nASİp oldu o kitabı, yalnızca bir kere.


pASİf de kalsa bazen ASİ’ye  kızın çiftçi ruhlu benliği hayatın darbeleri karşısında, Demir gibidir. Susmuş, donmuş, kalakalmış sanıldığında bile çağıl çağıl akar gönül ırmakları. Sesi şelaleleri bastırır o çağıltının. Çiftliği elden giderken, babası oyuna getirilip mahpus yatarken, Demir’in üstüne suçlar atılırken, Demir alıp başını gittiğinde şelaleler gibi gürler yüreği, dökülür duyguları hep içine hep içine. Dilinden dökülmez nedense. Gururdan sanırım.

rASİmdir o. Resim yapan demektir rasim. Sevginin resmini yapar. Fırça, boya da kullanmaz. Tuvali tarlalardır, kırlardır. Elleriyle saçar tohumları, elleriyle diker fideleri. Renge bular ortalığı  diktikleri, ektikleri  açtıklarında, meyve verdiklerinde. Domates kırmızısına, pamuk beyazına boyanmış tarlalar olur tablosu.
vASİsidir o sürülerin, kuzuların, ekinlerin, gelincik açmış kırların. Doğanın, dağın. Taş yapılı bir çiftliğin. Ağa dedenin bıraktığı her şeyin
.
Bir merASİmdir o. 71 haftalık. Seneler önce Cuma günleri sadece bir saatliğine izlenen. Sonra ertesi haftaya kadar beklenen. İzleyenin hiç unutamadığı. Doğasından mimarisine, tarımından aile bağlarına, tiril tiril giysilerinden has deriden çapraz takılan çantalara, lastik çizmesinden gön çizmelere geçitte bir merasim. Biter; ama bittiğini kabullenilse de bitmez anılması, yazılması. Sürer gider onu izlemiş gözlerde, gönüllerde.


Acemi Demirci, 29.08.2013

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ASİ ve ASİ'ye

Bir dizi izledim. Adı belli. ASİ. ASİ’ye kızın dizisi.

İkinci bir dizi olmadı. Elveda Rumeli'yi saymazsak. O biraz bizimkilerin hikayesiydi. Ve yeri ASİ’den farklıdır. O da özeldir. Bambaşkadır biraz da bizimkilerin Rumeli’den göçüşlerini anlatması, yine kızlardan, sevimli bir kız babasından ve yine çekip çeviren, atçı mı ağzını gözünü yuman bir anneden, köyden, evin ahırdaki ineğinden, eşeğinden, sabahları öten horozundan, aile bağlarının sıkılığından, insanların iyi günde de kötü günde de birbirlerinin halinden anlamasından kaynaklı benim için özelliği.

ASİ ASİ'ye'yi çok sevdim. Öykü bizimkilerin öyküsünü anlatan Elveda Rumeli’nin öyküsünden çok farklı da olsa, görmüş geçirmiş, medeniyet kokan kenti bambaşka olan ASİ dizisini de ASİ’ye‘yi de buradaki arkadaşlarım gibi ben de çok sevdim. Nasıl sevgiyse. Ne unutuluyor ne eksiliyor. Her gün aynı tazelikte. Her hatırlanışta kumaşından, mimarisine hayranlık hissiyle anılıyor.

ASİ, bütünüyle “benim dizim işte bu" dedirtecek diziydi. Her şeyi bulduğumuz, her saniyesinde beklediğimizi seyrettiğimiz. Mimarisi, tabiatı, has deriden çapraz takılan çantaları, gönden çizmeleri ile modanın eskitemeyeceği modaydı.  Sahil boyunca at binmeler, en lüks arabalarda gezenlerin yakalayamayacağı hazdaydı.  Yağmur altında at sırtında  dans edercesine süzülmeler o an o atın sırtında olmayı isteten cinstendi. Bir çiftlik ki nasıl bir mimaride, öyle bir çiftlik ki kaç ailenin barındığı bir yuva. Tarım, buğday sarısı, organiğinden domates ziraati, traktör; daha İstanbul görmemiş bir veteriner kız ki dedesi ağa, babası çiftlik sahibi; dağ yeli, ağaç gölgesi, ekin sarısı; vitrinlerde satılmaz, elde dikilir çiçekli basmadan, pazenden giysilerle renklenmiş bir diziydi ki ne benzeri yapılmıştı ne de yapılacak gibi.

Bizim bir araya gelmemizi sağlayacak, Ülkemiz'in kuzeyinden, güneyinden, batısından, doğusundan, deniz aşırı memleketlerden bizleri mıknatıs olup çekecek tek çekim gücüydü. Bir misyonu da buydu sanki  ne evvelce bir emsali yapılmış ne şimdilerde bir benzeri olan ne de eşi yapılacak gibi olmayan dizinin. Mimarinin en hasıyla, giysinin derinin hasıyla, tabiatın koyusuyla, aşkın katıksızıyla gözlerimizi; müziğin hasıyla kulaklarımızı eğlerken, şenlendirirken henüz birbiriyle karşılaşmamış, rafine çalışmalardan, tablolardan hoşlanan bunca insanı buluşturan, buluşma noktasına yönlendiren bir yol işaretiydi ASİ. Bunca insana yol gösteren yön levhasının okuydu. O oku hep takip ettik. Yolumuz buraya çıktı. Şimdi bu sokaktayız. Sakinleri, sayfamıza pencere açar.

Nefes aldığım, yalnızsam eğer birden kendimi kalabalıkta ve mutlak birkaç merhabanın ta nerelerden söylenip hemen yanıbaşımda duyulduğu yerdeyimdir bu sokağa açılan pencereye tıkladığımda. Yine öyle oldu. Biraz da tatilin yoğunluğundan, burada her an “hoş geldin”e gelen sevgili komşularımızın bitmesini istemeyeceğim sohbetlerine dalmaktan belki uğrayamamıştım uzunca zamandır sayfalarımıza. Ama aklımın bir köşesinde bile değil, kendi köşesinde kurum kurum oturuyor her daim buralar. Ve o selamları görmek için gözlerim kamaştıkça kamaşıyor. İşte sabahın bu saatinde selamlarınıza selam vermek, merhabalarınızla sanki yanınızdaymışçasına mutlu olmak için pencereyi de açtım, kapıyı da. Bir de ne göreyim. Naile, serapSu, minikkulak buradalar. Ve e.min. Bize en güzel resimleri sunarak, o çok güzel yorumlarını okutarak yanıbaşımda. Şimdi Çeşme rüzgarının ağaç dallarından süzülüp gelen fısıltısında ta nerelerden taşınan selamların, merhabaların müziğini dinliyorum. minikkulak’a bu kadar yakın olmanın da sevincindeyim.

Böylesine güzel,  rafine çalışmalarla mutlu olacak, bu güzellikleri konuşmak isteyip de konuşacak  kadar yakın olmasalar da yazılarıyla yakın olabilecek,  birbirinden böyle uzakta, upuzakta; ama mesafelerin uzunluğuyla ırak olmayı önemsemeyip ortak paydaların yakınlığıyla yakınlaşan insanların biraraya gelmesini dilerse kader belki bir gün tekrar, işte o zaman yeni bir ASİ ve yeni bir ASİ’ye doğum gününü beklemektedir mutlak.

Acemi Demirci, 31.07.2013,  10:30