21 Aralık 2013 Cumartesi

Bir metropollünün rüyası bir dizide gerçekleşti bir gün

Yaşayamadıklarımız, anlatamadıklarımız var hepimizin hayatında.


Benim yaşayamadıklarımın başında doğa geliyor. Yanı başında doğanın her rengi olan bir ortam değil metropoller. Tepeler, çaylar sadece mahalle adlarında geçer oralarda. Dereler mi? Şehrin caddelerinin altından akar.

Ne kurbağa sesi duyulur ne kırlangıç yuvası görülür metropol keşmekeşi içinde. Grup filan seyredilmez kayalara oturup ya da bir kır kahvesinde. Duyulan olsa olsa trafiğin uğultusudur. Pencere kenarlarına konan serçeler de olmasa cıvıldayacak tek bir kuş bulunmaz cam önünde.

Koklanan şehrin isidir, pisidir egzozudur. Hanımelleri, kekik kokuları araba ile üç beş saat ötede kokar. Kapı dışına çıkınca ne dağ yeli duyulur ne de o yelin taşıdığı kır çiçeklerinin, yabani otların, dağ kekiklerinin kokusu duyulur. Mis gibi çiçek kokularına, yağmur sonrası toprak kokusunu neredeyse unutmuştur çoğu yapayalnız metropollüler. Onların burunlarının direği egzoz kokusundan, is kokusundan kırılmıştır.

Samimiyet hayvanlarda bulunur olmuştur. İnsanlardan kaçılır. Tek başına köpeğiyle yaşayanlar giderek çoğalmaktadır. Belki yaşanılmak istenilen kalabalık bir aile ortamıdır çocuklukta tadılmış olan. Ama gel gör ki şehir, yalnızlığa itmiştir insanları. Sonunda dört duvar arasına kısılıp kalmıştır çoğu kişi bir apartmanın bilmem kaçıncı katında. Apartman  hayatı içinde selam verilmez birbirine kolay kolay. Yanyana oturur komşu olarak insanlar; ama yan yana oturan yabancıları oynarlar. Kimse kimsenin halinden bilmez. Tek başına biri hasta olduğunda bir komşu olsun kapısını çalıp bir tas çorbayla geçmiş olsuna gelmez. Metropolde yaşamak, çoklukla bir başınalıktır. Yalnızlık gelmiştir işte kapıya. Koyusundan. Adım sesleri zaten epeydir de duyulmaktaydı ya şehirler büyüyüp metropol olmaya doğru yol alırken.

Yemekler tek başına yenilirken  tat vermez. O yüzden akşam yemekleri belki bir ekmek arasıdır metropol ıssızlığında kaybolmuşların. Akşam saatlerinin eve dönenlerin cıvıltısı değil sesi televizyondur olsa olsa. Oysa nasıl istenirdi masa dolusu insan olsun akşam öğünlerinde. Konuşa konuşa yensin yemekler. Tenceredeki yemek yetmesin bile kalabalık masaya.

Tek başına yaşanan bir gözlü apartman dairelerinde öyle midir ya? Yapılan yemekler ertesi güne daha ertesi güne kalır. Yalnız yenmez ki yemek dediğin. Can çekmez bir kaşık bile almayı. O zaman ekmek arası peynirle geçiştirmekte sakınca görülmez öğünleri.

 Onca yalnızın birbirinden habersiz yaşadığı o yalnızlıkta evin içinde bir ses vardır, tek bir ses. Bir düğme uzaklıktadır o ses. Televizyon sesi.

O doğanın fotoğraflarda görülebildiği metropollerde kaybolup gitmiş evlere doğayı, çiftliği, yeli, atı, traktörü, mısır, domates tarlalarını, at binilen sahilleri, sulanan tarlalarda, bahçelerde gezerken çamura bulanmış çizmeleri de o sesi de bir düğme uzaklıkta

İşte o tek bir sese, doğaya hasret olanımız, bir başına, bir artı bir apartman dairesinde yalnızlık çekenimiz, memleketini özleyenimiz, tarlasından koptuğundan beri samanın rengine, ekinin rüzgarda salınışına hasret kalanımız, sevda öykülerini dört gözle bekleyenimizin kulağına değen bir müzik, başka bir müzik oldu. Bir müzik parçası besteci oldu, doğaya hasret metropollülerin bestesini yaptı. Tek tek notalar topladı Ankara’dan, İzmir’den, İstanbul’dan, Bursa’dan, Tokat’tan, denizler ötesinden. Oralardaki yürekler nota oldu, yan yana geldi. Beste olup çağladı. Ezgiler yazıya döküldü, bu sayfalarda satır satır okunur oldu. Doğa üzerine. Sevgi üzerine. Aile bağları üzerine. Mimarinin hası üzerine. Atlı, kır evli, traktörlü çiftlikler üzerine.

Bestenin adı ASİ idi.

Acemi Demirci, 20.12.2013, 10:23

acemidemirci@gmail.com