13 Ağustos 2014 Çarşamba

Denk denk denklemler

Gırla gidiyor diziler. Biraz biraz da filmler. Önce dizilerde boy gösterecek bir oyuncu. Seyircide bıraktığı izlenim izlenecek. Hatta o role biçilmiş kaftan olarak kabul edilmişse seyirci tarafından, bir başka öyküde bir başka adla  yine aynı kişiliğe yakın bir kişiliğe bürünecek. Çünkü o, öyle benimsendi. Bunu ASİ’ye bile yaptı. Son iki filminde neredeyse aynı çizgide. Kuzeydoğu coğrafyasında. Kız başka gelenekten oğlan başka… Böyle sürüp gidiyor filmleri. “Üçüncüde ayakları yere bassa” diyorum. Bir sonraki filmi tekrarı olmasa bir öncekinin ya da öncekilerin.

Gözlem, tecrübenin mayası. Tecrübe, gözleme de dayanmıyorsa eğer, ayaklarından biri eksik bir sehpa yalnızca. Gözlem, sacayağının  değişmez parçası. O halde gözlemlerimden yazayım.

Biz öteden beri en çok kalabalık kadrolu filmleri tuttuk. Eski Türk filmlerinde bir esas kız esas oğlan vardı, tamam. Ama arkasında bir kalbur da çok sevilen, güldüren, o isim denilince akla illa ki ya fabrikatör, ya tatlı sert babacan bir baba gelen, Hulusi Kentmen gibi. Bu kadrolarda köşkün bahçıvanı, aşçısı, hususi otomobilin şoförü, beyaz gömlekli, siyah eteği üzerine kenarları fırfırlı bir önlük takılı, başında da etekteki fırfırı andıran taçvari, eskinin hemşire keplerinden küçükçe bir şey olan hizmetçi mutlaka olurdu. Bunlar bir de iyi kalpli olurdu. Evin hizmetçisi ile bahçıvanı da çoklukla birbirlerine aşık olurdu. Yani o kadro, yan konularla beslerlerdi filmi.

Formül basitti yani. Göz önünde olacak kadar da açıktı. Apaçık. Sapsade. Ama gören gözlere.
(Esas kız + esas oğlan) + (Bir kalbur güldüren, akıl sahibi olan, şişmanından cılızına, kahyasından çalışma arkadaşına başkaları + gerçekçi ortam) = Tutulan dizi ya da film.

Ben kendi adıma hiç dizi meraklısı değilim. Zira onca saati ayırıp, onca çekilmez reklama katlanıp, onca geç saatlerde bitecek bir diziyi sabah saat 05:45’de kalkan biri olarak izleyeceksem eğer, o buna değmeli. O yüzden tek ASİ dizisini beğenmekten öte benimsedim. Unutamadım. Biz ASİ’yi sevdik.
Bir dizi izlenmeye nasıl değer o halde? “Nasıl değer” sorusunun cevabı, beklentilere göre değişir. Kitleleri farklıdır dizilerin. Ama şaşamayan bir kitle var. Ben de zaten onlardan biri olarak onların adına yazıyorum izinleri olursa.

Şaşmaz bir pusulası vardır ASİ izleyenlerinin. O pusula, rafine bir seçkinin itmesiyle gösterir yönünü. Bu pusula hep kültür, doğa, ekin, tarla tapan, blok değil mimarisi olan çiftlik evleri, eskinin taş evleri, gerçekçi döşeme yani falanca mobilya  sergi evinde  ya da ev üzerine büyük alışveriş merkezine uğranılmış da iğnesinden ipliğine, masasından sehpasına, koltuğundan vazosuna, biblolarından su içilen bardaklara eş zamanda moda olmuş, alışverişe çıktığımızda hepsini bir büyük ev mağazasında aynı anda bulacağınız kadar yepyeni değil de diyelim ki om yıllık koltuklar, beş yıldır kullanılan su takımları, çeyizden kalma yorgan yastıklar, on beş yıllık emektar elektrik süpürgesi, bir kampanyada dokuz yıl önce yenilenmiş buzdolabı göze hiç batmaz. Ama tefriş salonu gibi, bir beyaz eşya ve mobilya dükkanına girmişiniz gibi hepsi bu yılın modası yepyeni eşyaları görünce dizinin size ilk kaybettirdiği gerçekçilik duygusu oluyor. Hiçbir ev o kadar yepyeni değildir. Hatta yeni gelin evleri bile. Oradaki pek çok şeyin sandık beklemişliği vardır. Yorganı, dantel perdeleri, dantel örtüleri ya da ana baba evinden getirilen birkaç parça şet mutlaka eskidir.
Yepyeni, gıcır gıcır eşyalarla döşemek belki bazı seyircide çok iyi izlenim bırakabilir; ama ayakları yere basan seyirciler böylesine bir görselliği kandırmaca sayarlar.

ASİ dizisindeki çiftlik evi yepyeni değildi. Çok eskiydi. Özellikle mutfağı, rastgele girdiğiniz bir evin mutfağı kadar gerçekçiydi. Beyaz seramikten baharat kavanozlarına kadar.


 Dizilerin tutması için adı allı pullu, ve adından önce yakışıklığı ya da güzelliği söylenen oyuncuların o dizide olması gerekmiyor. Bunu çok yakınlarda hem de nasıl satışlar yapmış, okunmada en üstleri görmüş kitapların dizileştirilmesinde gördük. Gerçi o kitabın ilkiyle değil ikincisiyle başlanılsaydı daha iyi olurdu da yine de beklenen o dizinin tutmasıydı. Tutması. Tutmayacağını daha on, on beş dakika izlediğimde anlamıştım. Okuduğum ve “hayatı gerçekten roman” dediğim o kahramanın yaşamının dizisi kadro olarak ne kadar başarılıydı gireceğim bir konu değil; ama başroldeki mavi gözlü esas oğlan, kahramana hiç benzemiyordu. Ama yine mavi gözlü bir adaşı, kitabın arkasındaki mavi gözlü kahramanın çizmeli, koltukta otururken, asker kıyafeti içindeki haline çok benziyordu. Bir de o kahramanın bakışlarının deli fişek, şimşek çakışlı olması gerekirdi. O ışıltı olmadan dizi zaten ışıyamazdı. Ne yaptılarsa da ışıyamadı zaten.

Esasa kız ve esas oğlan bulundu diyelim. İyi güzel de onların beslenmesi lazım. Yan konular, espri katacak, ya da ha bire olaylar açacak patavatsız, sorunlu, meraklı, farklı özellikte kişiler lazım. Hani eski Türk filmlerindeki gibi. Hani Hababam Sınıfı ya da Zeki Alasya - Metin Akpınar filmlerindeki gibi. Temel de çatı da esas kızla esas oğlan olsa da ille de yapıyı direkler taşır. Direk lazım yani. İşte o bir kalbur kişi, o direkler.


Şu yaz günlerinde birkaç dizi görüyorum. Hiç izlemedim ama kanal değiştirirken ya da öntanıtımlarında. Asla tutmayacak o diziler. Yakalaması lazım bir dizinin seyirciyi  bir yerlerden. Ne ile yakalayacak. Sadece lüle lüle inen uzun saçlarla veya da şıkır şıkır döşeli villalarla, konaklarla mı? Bunlar da bekleniliyor olabilir; ama asıl yakalayıcı yön elbette sevilen oyuncular ve gerideki oyuncularla birlikte doğasıyla, mekanıyla, mimarisiyle, konunun geçtiği kültürel değerlere bürünmüş kentlerle kasabalarla yakalayacak. Yani hiç kimse şunca yakışıklı şu oyuncunun ya da bunca görkemli villanın kemendine yakalanmayacak kadar çok seçenekli artık diziler. Diz, yakalamak ve yakalanmak istiyorsa bunu bir bütün olarak başarabilir.  Formülü yukarıda yazılı. Formülün uygulaması da ASİ’de.
Acemi Demirci, 13.08.2014, 12:20

@AcemiDemirci