29 Ekim 2013 Salı

Anı olmamak; ama anılmak


 
Bir dizi başlayacaktı  Ekim ayının sonlarında. Altı yıl önce. Kanalların birinde. Cumaları, saat 20:30’da evlere gelecek. Duyunca hiç heyecanlanmadım, bir diziydi sonuçta.

O dizi, bir dizi, dizi dizi anlamlar, neşeler, görsel şölenlere gebeymiş oysa.  İnce dokuluymuş, kültür kokuluymuş. Sevdanın hasının öyküsü olduğunun az çok farkındaydı zaten Aşk ve Gurur romanından ötürü.

 Göründü sonunda ne kadar görülecek güzellik varsa kucağından döke döke. Tarihin sokaklarda kol gezdiği, tabiatın çağlayıp coştuğu hiç bilmediğimiz güneydeki o elleri sevdirerek, iz bırakarak  da bitti, müziği hala kulaklarımızda çınlarken.  

Çok kısa bir şölendi ASİ. 71 haftalıktı. Senelerce sürmedi. Ama 71 haftalık o dizi, seneler sürmeyi bitiminin ardına sakladı. Kaç 71 hafta süreceğini o bile bilemezdi; ama biten her 71 haftanın ardından devrilecek yeni bir yetmiş bir hafta başlatarak bitti. Şimdi televizyonlarda oynayarak sürmüyor tabiat renkli, mimari vurgulu dizi. Bu çağın Scarlett O’Hara’sı ASİ’ye tarafından modanın da modacıların da baş edemeyeceği giysilerin dizisi. Yer ettiği dimağlarda, o dimağlardan taşarak buralarda sürüyor.

Çiftçiliği, çiftliği anlatır da samanlık görülmez mi o dizide? Samanlıkları çok görsek de ASİ’nin saman alevi olduğunu hiç görmedik. Samandağı sahillerinde at gezileri gördük, doyumsuz.

Neydi olan biten yalnızca bir dizinin büyüsü? Neydi bir diziye onca insanın gösterdiği ilginin nedeni? Dizi mi yok oysa. Var, hem de tonlarca. Hangi, üstelik de bitmiş bir dizi böylesine yaşatılıyor yüreklerde seneler geçmiş olsa da bitiminin üstünden? Böylesine yazılıp çiziliyor hala hakkında? Belki dizi mitolojisi oluşturma yolunda…

ASİ, bir kültürdü. Katkısı içeriğiydi. Mimari, tarih, çiftlik diye hep yazıyorum ya.. O cümleyi tekrarlamış olacağım kültürdü derken. Kültürün yozlaşmamışını yansıtan ender dizilerdendi.

İçerikteydi büyü. Oyunculardaydı efsun. Doğallıktaydı tüm sır. İlle Boğaz kenarlarında çoğu insanın görmek şöyle dursun en fazla gazetelerde resmini göreceği yalılarda geçmemesindeydi.  Artık bloklara sıkışmış insanların çocukluklarındaki anılarından çıkagelen taş evli bir çiftlikte, tozlu yollarda, koyun sürüleri arasında, baharda gelinciklerin tarlaları boyadığı alda, evin etrafındaki meyve ağaçlarındaydı gizem. Kuş seslerinin duyulduğu ev bahçelerinde oturabilmekteydi.

Alabildiğine her şeyde var olan sadelikteydi güzellik. Yıllardır kullanıldığı belli olduğu için essah gözüken, daha demin ocaktan yemek tenceresinin alındığı hissini uyandıran mutfağın sahici havasıydı. Raflardaki seramik baharatlıklara bakarken biber kavanozunun yarısının boş olduğunu sezmekteydi içtenlik.

Tüm bu sadeliğin can noktası, bir sevda ile oyalanmış çiftlik yaşamının kültürle taçlanmasındaydı. Kendi halindeki, tarihi yerlerin yanıbaşındaki bir kentte  geçen öyküdeydi heyecan. Dağ eteklerindeki, kayalardaki   kalıntıların geçmişten bugüne hayatın aktığını, esen yelle anlatmasındaydı. Tarihi yerlerin uyandırdığı her düşüncede, derinlikteydi ufuk.  Tabiatın cömertliğindeydi rengin envai çeşidi. Mimari detayların, kapıların, pencerelerin, balkon demirlerinin bakmaya doyulamamasındaydı şehrin güzelliği. Tarımın doyuruculuğunun nasıl da güzel anlatılmasıydı çiftçi ruhu.  Daha kırk yıl öncesine kadar dedelerimizin bindiği; ama şimdi sadece sütçü beygiri olarak bilinmeye başlayan o güzel atlarla gezintilerdeydi coşku. Çiçeklerin, çiçekler gibi güzel; sarmaşıklar gibi birbirlerine tutunan kızkardeşlerin yakınlığından kokular taşımasındaydı ev havası. Samimiyet, aileyi aile yapan bağın, ev bireylerinin birbirine kenetlenmiş bilekleri olduğunu yalın mı yalın göstermesindeydi. Eşyaların eskiliğindeydi yaşanmışlık. Eski eşyalar yaşanmışlıkların ilk  kanıtıdır. Tefriş salonu havası uyandırmazlar yaşamın aktığı yerler. Bugünün modası  olan her bir eşyanın, biblonun aynı mağazadan, aynı anda, bir kerede seçilip döşendiği besbelli eşyalarla dolu yalılarda geçen dizilerin  sağlayamadığı inandırıcılığı, sıcaklığı sunuvermelerindeydi gerçekliği.

ASİ’ye’nin çiçekli, biyeli, nervirli, sutaşlı elbiselerindeydi modanın en güzeli. Gelip geçmeyecek olanı. Hani çocukken annelerimizin aylık moda dergisi alıp, patron çıkarıp, emprime kumaşları, basmaları, pazenleri, ketenleri hatta yünlüleri biçerek bizlere  diktikleri  giysileri çağrıştıran, terzi elinden çıkma çiçekli, dökümlü eteklerde, bulüzlerdeydi zarafet. Resim sanatının, mimarinin, yazın sanatının, doğanın, tarımın  dizide can bulmasıydı  incelik. Çamurlu lastik çizmelerdeydi hayat kavgası.

Veteriner diplomalı çiftçi kızın öyküsündeydi tüm gizem. Çiftçi kızın kuzuları, koyunları ile patikalarda gezmesiydi tabloların en özleneni.  Üç yüzyıldır bir çiftlikte yaşayabilmek erdemiydi kök salmanın anlamı.

Hepimiz özlemiştik ipin ucunun kaçtığı şehirlerde yaşarken ırmak görmeyi, defne ağacı görmeyi, çiftlik görmeyi, tarla tapan görmeyi. Üç yüz yıldır yaşanılan Kozcuoğlu Çiftliği’nin öyküsüne bir de yan çiftliğin İstanbullar’da büyümüş, içi yanık oğlu dahil olurken iki çiftliğin öyküsü iç içe geçerken, harmanlanırken ters akan ASİ suların nasıl çalkalandığını, bulandığını sonra tortuların dibe çöküp arı, tertemiz bir suyun nasıl ortaya çıktığını kitap okurcasına seyretmekti  dizideki tat. Bunlardı bizi  Aşk ve Gurur adlı İngiliz romanından, ASİ diye bu topraklara mal olmuş öykünün hep hatırlayıcıları olarak şu ana, bugüne getiren.

Kaç öykü kültür doludur? Biz bugün bile andığımız ve anmaktan yorulmayacağımız ASİ’yi anarken yalnızca bir dizi anmıyoruz. Andıklarımızın listesi hayli uzun. Şiirin çiftlikte inşa edilmişini anıyoruz.  Usta fırça darbeli başyapıt resimlerinde görülebilecek manzaraları anıyoruz.  Kültürün derinliklerini anıyoruz.  Yanıbaşındaki yitmemiş tarlaları, çiftlikleri, kırlarıyla çok özlediğimiz yalın kent hayatını anıyoruz.  Dünyanın sadece bugünden ibaret olmadığını, kalıntılardaki mozaikleri,  mermer sütunları, yontularıyla kibarca gösteren tarihi yerleri, ağaç altındaki gizli saklı köşeleri anıyoruz. Mimarinin hasıyla oyalanmış bir şehrin dar sokaklarında gezmenin keyfini anıyoruz.  Sanki bir tablodaki çiftçi kızın tablodan kaçıvermiş de tozlu yollara girivermiş gibi artık kalmamış çiftlik hayatı ve o hayatı yaşayan ASİ’ye kızı anıyoruz.  El işçiliğinin taş köprülerde, kızların odalarındaki pirinç karyola başlıklarında, sandık işlemelerinde olanını, konaklardaki kahve saatlerini anıyoruz. Akşamları kardeşlerin bir araya gelip avlu duvarının üzerine oturup dertleşmelerini anıyoruz.  Sabun şenliklerinde gezinmeyi, içinde altın olan sabunun kimde olduğunu heyecanla beklemeyi, şehrin yüzyıllardır süren geleneksel şenliğinin olduğunu bilmek mutluluğunu  anıyoruz.  Şimdilerde sadece düşsel olacağını sandığımız hayatın, çiftliğin, atla gezintilerin, şenliklerin  gerçekten var olan haliyle karşımıza aniden çıkıvermesini anıyoruz.

O çiftlik gözümüzün gıdasıydı. O dizi ile duyduğumuz tınılar, o müzik de ruhumuzun gıdasıydı. Samimiyetsizlikten, koca şehirlerin kalabalığından, keşmekeşten hatta kalabalık içindeki yalnızlıklardan usanmışlar için doğallığın, güzelliğin, sadeliğin ta kendisiydi önünde sonunda bir dizi olan; ama gerçekliğin dizide vücut bulmuşu ASİ. Yani biz, unutulamayacak ne varsa unutmadan  hala onu anıyoruz.

Acemi Demirci, 29.10.23013, 07: 35

2 Ekim 2013 Çarşamba

Ağa ya da dayının ardından.....


 
Kimi için dayı o; bizim için o Cemal Ağa hep.


Kimi için ‘o’ olan kimi için ‘bu’dur. Kimisi için Ramiz dayı olsa da Tuncel Kurtiz bizim için Cemal Ağa’dır. ASİ’ye kızın ağa dedesidir o. Bilindik tonton, gözlüğü burnunun üzerine düşmüş, koltuğunda oturup sabah gazetelerini okuyan, küçük torununun elinden tutup parklarda gezen dedelere hiç benzemez. Onun eli tutsa tutsa para tutar, iş tutar.


Ağadır. Cemal Ağa’dır bir de. Serveti kaçakçılıktan gelir. Hatay’ın eski kaçakçılarındandır sonradan ağa, Cemal Ağa. Oraların en  variyetlisidir. Dantel gibi işlenmiş taşlardan yapılmış eski konaklarda yaşar. Halıları ipekten, koltukları goblendendir. Ağadır yani. Tam anlamıyla.



Sadece oyuncu Tuncel Kurtiz idi önceleri. Son beş altı yıl içinde apayrı iki karakterle göründü televizyonda; iki ayrı dizide. Önce doğaseverler, toprak ve tarım severler, çiftlikseverler, atla deniz kenarında gezintiseverler, mimariseverler olarak bir diziye kapılmış seyre dalan bizler    tanıdık Cemal Ağa’yı Kozcuoğlu çiftliğinin dedesi olarak. Daha Ramiz dayı kaleme bile alınmamışken. Önce Cemal Ağa’ydı Tuncel Kurtiz, çiftliklerde, konaklarda. Öncesi ağa olmasa da. Kaçakçılıkla başlasa da işe; kaça kaça ağalığa kaçmıştı gönlü.


Ne dizeler döktürürdü Cemal Ağa öyle ağzı açık dinlenecek ne de özlü sözler söylerdi ciltlerle kitaplar yazılası üzerine. Bir hin bakışı vardı ki….. O an gebeydi işte o andan sonra olacaklara. Sevdi mi sever torunu ASİ’ye’yi sevdiği gibi, sevmedi mi hiç sevmezdi torunu ASİ’ye’nin babası İhsan beyi sevmediği gibi. Ağzı başka laflar ederdi. Para pul üzerine; toprak, arsa üzerine. Edebiyatmış, vecizeymiş, teşbihmiş  kimdi Cemal Ağa kim?

ASİ biteli hayli olmuştu. Bir de baktık Ramiz dayı kılığına bürünüverdi Cemal Ağa’nın özü Tuncel Kurtiz. Bir büründü pir büründü ASİ’nin ağası dayılığa. Neredeyse mezar taşına dayı yazılacak kadar dayı oldu bizim ağa. Sevindik tabii. Rolün ağası olmak kolay mı? Oynayınca öyle oynayacaksın. Buralarda hala Ağa kalıp  şimdilerde dayı olacaksın  gerçek adın bile anılmaksızın. Dayı diye çağrılacaksın.

ASİ’ye kızın dedesi, ASİ’ye kızın babasının belalı kayınbabası, çığırtkan ve burnu her işte Neriman’ın babası Cemal Ağa, yine onu seven başkalarınca çağrıldığı gibi Ramiz dayı artık çok sevdiği Kaz Dağları’nın bir köşesinde uykuda.

Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

02.10.2013, 09:43, Acemi Demirci