16 Mart 2013 Cumartesi

Çiftçi ruhlu biz, çiftçi ruhlu bir çiftçi kızı ve çiftliğini çok sevdik



Bir dizi sonuçta. Bir yapım. Asır devirmiş bir kitap uyarlaması uzaktan bakınca. Ama gel de bize anlat. Ne dizisi… Bizim gerçeklerimiz karşımızda işte o dizi denilen olayda. Özlemlerimiz, gözlerimizin önünde. Bildiğimiz bilmediğimiz, sevgi duymaya eğilimli olduğumuz her şey tek tek dizilmiş o dizide. Domatesin organiğine varıncaya dek.

Çiftlikle başladı hayat o dizide. Toprak kokulu. Taze dal  narinliğinde. Kır bayır, tarla, bahçe yeşilinden.
Bir kız gezdi tüm o yerlerde, o kokunun buharında, ora rüzgarının ıslığında çamurlu lastik çizmeleriyle.

O çiftçi ruhlu kızın kardeşleri gezdi her biri ayrı bir dünya. Defne dalı gibi kırılganından Ceylan gibi sekerek türkü çığıranından Gonca gül gibi sulanmazsa solmaya eğilimliden kızların gözyaşı da aktı, kahkahaları da çınladı taş çiftlik evinden, sabahları gölgesinde yürünesi  palmiyeli yola kadar.

Ne eller gibi giyindi kızlar herhangi  bir genç gibi; diyelim ki en basitinden bir kot bir penyeydi üstbaşları ne de eller gibi saçlarını saldılar tepelerine bir gözlük geçirip.

Kızlar, belki bir asır belki iki asır öncesinin kızlarını da şimdinin kızlarını da çağrıştırıyordu. Ve her zamana seslenir gibiydiler. Ne tam şehirli ne tam kasabalı. Ama özgün. Çiftlik kızı gibi. Taşranın samimiyeti gezerdi gözlerinde, birer şehirliydiler eğitilmede.

Bir çiftlikte görülesi, görülmesi beklenendendi her şey. Çiftlik evinden, kızların giysisinden, koltuğuna kadar. Çiftçilik narına avukatlıktan vazgeçmiş babanın ayağındaki çizmeler has deriden, kızının ayağındakiler  lastikten. Elde örülmüş taş duvarından  duvarda asılı at resimlerine kadar çiftlik işi, çiftlik dokusu ne var ne yoksa olan biten. Atlarsız olur mu hiç? Yağızından.

Saçlar  şimdilerde bir caddede yürürken adımbaşı rastlananlardan değil metropol kokan. Saçlar, “Rüzgar gibi geçti” romanına, filmine gizli saklı selam gönderenden. Maşalı. Dalgalı. Örgülü. Çiftlik denince akla ilk gelen saçlardan. Rüzgarda uçuşması da cabası.

Scarlett O’Hara bilmezdi o zamanlar, seneler sonra topağa bu denli bağlı, daha İstanbul’u görmemiş; oysa dedesi zenginin hası bir gururlu kızın çıkıp da kendisini unutturacağını,

O kız, belki Scarlett O’Hara’yı unutturdu; ama ASİ’ye kız, kendisini hiç unutturmadı.

Acemi Demirci, 16.03.2013, 09:27

11 Mart 2013 Pazartesi

Tuba’nın ruhu



Anladım…

Bir yolunu bulmak istiyor Tuba,  kulaç kulaç içinde yüzdüğü mutluluğunu anlatmanın. Dahası aile mutluluğunu anlatmak istiyor  kendi aile kavramından bağımsız. Aile bağlarını anlatmayı sever zaten ta ASİ’den beri bizim ASİ’ye.

Kendini anlatmak istemiyor belki; ama anlatmak istediği mutluluğu en zor yolla anlatmayı yeğliyor.”Bunu da en iyi 20 Dakika’da anlatırım” demiş olmalı hiç düşünmeksizin kardeşi yaşındaki cici bir kıza anne olmayı bile göze almış rol gereği 20 Dakika’da. Belki 20 dakikalık bir duraksamadan sonra tüm kaygılarını bir kenara itip o rolü giyinivermiş, kumaşı aile dokusundan.

Ne allayıp pullayıp öne çıkarandan giysilere bürünüyor ne alımlı olmak derdinde.  Ne makyaj ne saç baş. Tek şey var o rolde; gerideki aileye dayanç.  Çocuklarına sevgisi. Eşine aşkı.

Evden uzaktayken, sevdiklerinden uzaktayken, en ağır şartlardayken bile en azından aklen onlarla olmak. Ruhuyla, kalbiyle onlarla olmak. İşte tek ve bir tek bunu istiyor hayatında da rolünde de. Tek bu rolü istiyor.O karaktere bürünmek tüm dileği.  Gerisinde gözü yok.

Anladım… Tuba, kendi hissettiklerini hisseden birini oynamak istedi. Aile odaklı, eş ve evlat odaklı bir rolü koymuş olmalıydı zaten aklına, çoluk çocuğa karıştıktan sonra. Öylesine kaptırdı ki kendini gerçek hayattaki rolüne, öylesine benimsedi ki anneliği, evinin kadını olmayı;  başka bir rolü iğreti hissedecekti giyindiğinde.

Rol gereği bir kot, bir bot, bir de kazak giyse de Sevgili minikkulak’ın dediği gibi;  o, ruhunda, damarında, ta yüreğinde hissettiği rolü giydi 20 Dakika’da.
Başarılar diliyoruz Tuba.
Acemi Demirci, 11.03.2013