2 Aralık 2016 Cuma

İstanbul’u görmemiş çiftçi kızdan İstanbullu çiftlikteki kıza



Güneyde bir kasabada, dedelerinin üç asırdır yaşadığı topraklar üzerindeki çiftlik evinin daha İstanbul’u görmemiş, Scarlett O’Hara’yı unutturan çiftçi ruhlu kasaba kızı ASİ’ye’nin benzeri biri var şimdilerde. Yine bir çiftlikte. Yine at biniyor; ama İstanbul’da büyümüş. Asiye’ye göre daha daha dahaları olan bir kız. ASİ’ye değil ama.

ASİ, bir diziydi; ama metropolün bloklarında, apartmanlarında kısılıp kalmış izleyenleri için içinde olmayı istedikleri ortamların akıp gidişiydi. Dizi süresince iki saat boyunca tarlalarda gezinmek… Doğadan kesitler seyretmek… At, tavuk, koyun sürüsü görmek… Çoğu eşyası kullanılmış olduğundan nasıl da gerçeklik hissi veren, kıyıcı olmaktan çok uzak taştan çiftlik evi mimarisi içindeki o ahırlı, müştemilatlı, ağıllı evde konuk olmak… Dizi sonuçta sanaldı; ama tüm bunlar gerçekti. Otantikti pek çok şey. Metropollü seyirci, Fransız  çiftlik mimarili bir evi olan bir  kasabada yaşadı, uyandı, dolandı 71 hafta boyunca.

ASİ’den sonra birkaç ASİmsi dizi gördük. ASİ ve ASİmsi aynı değil. O yüzden farkı gördük. Sonuç malum.

Çiftlikli, tarımlı, doğalı dizilerin mutlaka belli bir kitlesi olacaktır. Özellikle büyüdükçe büyümeye doyamayan şehirlerde doğa özlemi içinde olanlarca biraz ağaç, nehir, ova, tarla, dağ görebilmek için  yolu gözlenen diziler onlar. Biz işte tam da o metropolü olup ormanlı, dağlı, tarlalı kasaba özleminde olan kitleydik. Ve hala o aynı kitleyiz hala aynı doğa özlemi içindeki. Doğamızın  beslenebileceği diziler bekler  o yüzden metropol yılgınları bizler.

Bu beklentinin  fark edildiğinin de farkındayız. Her şey  yapılıyor belki de ASİ ile aynı formülü başka sayılarla kurarak. Ama sayıdan sayıya fark var. Asalından olmayanına. Artısından eksisine.

Yeni dizide de yine bizim ASİ’ye oynuyor. Yine at biniyor. Yine bir çiftlikte yaşıyor. Yine çiftliğe uygun giyiniyor zaman zaman.  Ama bu kez daha batıcıl, hani kovboy kültürüyle söylenişiyle western. Modern vurgulu. Biraz yabancı havalı biraz İstanbul; ama en çok ASİ vurgulu.

ASİ’ye’de o olağanüstü çiftlik ve doğanın yanında  kültür olarak zenginliği ekrandan taşan bir şehrin kendine özgü her şeyi vardı. Kasaba kızlarının ya da gençlerinin yetişmesi, görmedikleri, gördükleri vardı. Giyimler apayrıydı. Tiril tiril kumaşlardan. Çiçekli. Saçlar yine öyleydi. Scarkettvari.

Kızkardeşlerin akşamları dertleşmeleri, çekişmeleri, küçüklerin her dedikoduyu öğrenmek için üstelemeleri çok sahiydi. ASİ’ye’nin saflığı, dizinin  belki de ayarının yirmi dördüncü niteliğiydi. Yirmi dört ayara damgasını vuran.

Yine çıkagelen bir düşman aile oğlu var yeni dizide de. Yine kapanmamış bir konu sinsice alttan alttan yol alıyor. Yine gerçekleri bilmeyen bir kızın usuldan ısındığı o intikam peşindeki genç ve aile sırrı içinde akan bir öykü.

Dizi izlemediğimi sıkça yazarım. Bu, televizyona hiç bakmadığım anlamına gelmez. Televizyon hep açıktır. Sürekli o kanalda kalınmasını istetecek bir program yoksa eğer  beğenilen herhangi bir görüntü ile o görüntü bitene kadar vakit geçebilir. Bu bir dizi de olabilir. Dizi sonuna dek izlenmez; ama diyelim ki bir göl sahnesi varsa o sahne bitene kadar göle bakıldığı olabilir. Bu da diziyi izlemek, konunun akışını, gelişimini bilmek anlamını taşımaz haliyle.  

Zamanla ne olacak bilemiyoruz güneydeki  İstanbul’u görmemiş, çok sonraları gören ASİ’ye’den bir hayli farklı olsa da İstanbullu bir çiftlik kızı olduğu yeni dizi. Asla kötü bir dizi değildir elbet. Asla ASİ’ye’de olamayacak gibi şimdilik; oysa ASİ’ye’nin ikizi olmak için yola çıkmış gözüken bu dizi… Aralarındaki fark, daha yazıdaki başlıkta.
……………………………  .
(Her hakkı saklıdır)
Not: Yazımda yer alan yalnızca kendi çektiğim fotoğraflar ve içerik izinsiz olarak hiçbir yerde ve şekilde kullanılamaz, 
Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 02.12.2016, 15:06

Acemi.demirci@yahoo.com.tr; @AcemiDemirci 
  

18 Ağustos 2016 Perşembe

Gerçeklik Duygusunun Saç ayağı; Eskiler, Köşeler, Anılar

Tüm fotoğraflar ki elbette yalnızca benim tarafımdan çekilmiş, bana ait resimler, o dizinin çekildiği mekanlarda kimi dizi çekilmeden önce kimi de sonraki gezilerde çekilmiştir.
  
Yaza ayrı kışa ayrı diziler gırla gidiyor senenin bir, bir yarısında bir ikinci yarısında. Kadrolar çeşitli mi çeşitli. Henüz adı duyulmamış oyunculardan  çoğu da öğrencilerden de oluşuyor kimi. Patavatsız paldır küldür ünlülerden, geçkince; ama yine de sivri diliyle geçmemeye çalışanlardan bazıları da. Pek sevilenlerinden de pek ünlü tiyatrocularından da var oynayanlar arasında.

Önce aşçılı, uşaklı, hizmetçili konaklar  ya da yalılarda geçen hikayelere pek bir rağbet olmalı ki o dizilerden fazlasıyla çıkıyor karşımıza. Öyle akşamdan sabaha kısacık bir zaman sürecinde yaşanmışlık hissi veren diziler var ki sanki içinde geçtikleri evlerin bir geçmişi yokmuş gibi. Giysiler mağazadan henüz gelmiş gibidir, ayakkabılar  hiç iz edinmemiştir, mobilyalar daha geçenlerde bir gidişte  tefriş salonundan bir çırpıda ve bu sene modasından alınmıştır. Sanki eskilere hiç uzanmayan yaşamlardır eski bir tek şeyin olmadığı dekorlardaki diziler.  Oysa içinde yaşanmışlık olan her evde eski, yeniden kat be kat çoktur. Eski dediysek bir yıllık da eskidir, on yıllık da, yüz yıllık da.
 
Oysa dizilerdeki evlerde kaç kuşaktır yaşanmaktayken o kuşakların hiç eskittiği bir eşya ortada görülmez. Ortadakiler büyük tüm mağazalarda o an rastlayacağınız şeylerdir. Göze diken gibi batıyor bu ince ayrıntılar bir dizide. Daha ilkten inandırıcılıktan uzaklaşıyor böyle göz ardı edilmiş inceliklerden uzak çekilmiş diziler. Gerçeklik duygusu vermiyor. Veremez de zaten. Ev nasıldır, neye benzer hepimiz biliriz çünkü. Gelin evi gibi olmaz yılların evleri. Yani ev, ıskartaya çıkmış eskilerin yerine gelen yenilerle eskilerin harman olduğu sürece inandırıcı.

Öyle ev dekorları içinde çekiliyor ki bazı diziler o evin içinde doğmuş, büyümüş, güngörmüş birinin  o evde anı olarak bile sakladığı hiçbir şey yok mudur diyesiniz gelir. Bir masa, sandalye, halı filan.  Anı olarak ola ola bir çekmecedeki o da yepyeni bir kutudaki eski fotoğraflar, bir kolye, bir saç tokası filan sunuluyor. Ne kadar gerçek gözükebilir kolay kanmayan bir göze bu güya anımsı yaklaşımlar. Hiiiççç. Hem de hiç.

Eğer üstelik de birkaç kuşağın yaşadığı bir ev  idiyse dizideki, kaldı ki on beş yıllık bile olsa tenceresinden fincanına, halısından perdesine, koltuğundan baharatlığına eskimiş, “aaaa, annemin mutfağındaki o kaç yıllık baharat takımındanmış”, “bizim de böyle çalar saatimiz vardı” gibilerinden  söyleten şeyler olmalı. O evin gerçekten dizi gereği tem şimdi değil de dizideki geçmişe uzanan tarihte kurulduğu zamanı çağrıştıran tek bir öge olmaksızın ne inandırıcılık ne de gerçeklik duygusu olabilir dizi bünyesinde.

Haa, evet kimisi mobilyacı dükkanı gezercesine bir seyir sunan, tefriş salonunu andıran dekorları bunları seyretmekten hoşlanıyor olabilir, hedef kitle meselesi nedeniyle böyle çekimler yapılabilir. Ama gerçeklerle bağı kesip dekorundan giysisine algıda tekdüzelik uyandırıyorsa bir dizinin halleri, tutmuyor işte. Erken finalle sonlanıp giden kaç dizi var böyle. Ki bazılarının hiç de fena olmadığı söyleniyor.

Bir dizi izlemek en azından kulak vermek isterim tabii. Ama sırf dizi izlemek için zaman ayırabilecek tahammülü olmayanlardanım. Dizi dediğin dizi dizi şeyler sunacak. Öyle çok para harcamaya da gerek yok. Çekilen mekan mesela.  Metropoller dışında, biraz uzaklarda öyle yerler var ki. Mimari oralarda şiir gibi. Briket ve betondan, hazır çimentodan kuleler değil, oymalı,  işlemeli, yontmalı taştan, demir ya da ahşaptan el işçiliği kapılardan  mimarinin hasını yansıtan yapıyla dolu kentlerimiz var. Hatay gibi. Mardin gibi, Kars gibi. 

Hala çiftlikler var; ama diziler küs onlara. Çiftlikle, tarımla  pek ilgilenmesek de gezmeye Avrupa’ya gidince ne görüyoruz orada ilk? Koca bir çiftlik gibi değil mi Avrupa dediğin? Tarım hem de nasıl yapılmıyor mu tüm Fransasından, Belçikasından Almanyasına? Ve gelişmiş, büyük güç olmuş tek bir devlet var mı ki  tarım yapılmıyor olsun? Fransa bağcılık yapmaz mı, patates üretmez mi? Hollanda koskoca bir köy gibi değil mi kanallar arasında  kalmış her yerde denizden alçak küçük bir toprak parçasına oturmuş beyaz inekler geviş getirirken? Gerçeklik bunlarda, böylesi karelerde işte.

Dizi dışına gözünüzü çevirdiğinizde gördüğünüz ile gözünüzü diziye çevirdiğinizde gördüğünüz arasındaki gerçek olmayana yönelişe ait orantıda. Orantılar ters oldukça  gerçeklik duygusu uyanmayacak ve sonunda diziler sonsuz uykusunda dalacak bitiş vaktinden önce.

Oysa bir dizi vardı 71 hafta boyunca beklenen, 71 hafta sonunda da asla unutulmayan. Hem de nasıl gerçekti o dizi olduğu için dizi demek zorunda kaldığımız olgu. Mutfaktaki en az yirmi beş yıllık baharat takımına dek. Eski pervazlarından Kozcuoğlu kızlarının pirinç karyolalarına, biraz Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlett O’Harası modasını andıran çiftlik yaşamına uygun giysileriyle. Hele çamurlu siyah lastik çizmeler vardı ki Asi ayaklarda…Nasır tutmuş gepegencecik bir veteriner kızın elleri hele... Salgın hastalığa yakalanan ağıldaki koyun sürüsü… Sabun şenlikleri... O şenlikte içine altın konulan sabunun kime çıkacağı heyecanı... Çiftlikteki tavuğundan ördeğine, atına  hayvanlarla iç içe yaşam... Çeyiz düzmeler... Sandıktaki anneden kalma, dededen toruna hediye çeyizler ya bakırından yemenisine.

ASİ dizisi efsane oldu. Pek çok etmen var elbette mimarisinden giysilerinde, saç modellerinden,  kültüründen, çiftliğinden, kadrosundan, edebiyat uyarlaması olağanüstü güzel bir konu olmasından başka gerçeklik duygusuyla sizi içine çekmesiyle. Dizi oynamıyor da gerçek bir hayatı izliyorsunuz oturmuşunuz pencerenizden karşı pencerenin ardındakilere hissi vermesiyle. Şimdilerde bir diziye bakmam on dakika sürmüyor. Çekemiyor içine hiçbir dizi çünkü. Oysa beklenti, gerçeklik hissi vermesiyle dizinin kanıksanması. Bir dizi izleyemiyorsak benimseyip de, nedeni bunlar işte.

Biz bunlarsak eğer, gerçekliğimiz de bunlar. Hiç kimsenin evi iki ayda bir modaya uygun olarak tefriş salonları gibi döşenmez. Ama dizilerde döşeniyor. Bu, gerçeğe aykırı. Aykırılıkların sonucu ayrıksılık. O zaman dizi, tefriş salonu izlemeyi sevenlerce izleniyor tek. Ve yeni dizi arayışına gidiliyor. Oysa arayış, gerçeklik duygusu uyandırmak olsaydı…
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 16.08.2016, 11:14

@AcemiDemirci

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Anne ya da değil; ama anne duyarlılığındaki herkes için


Dünyanın sayılı nüktedan ve hazır cevaplarından, üzgünü güldüren; ama bu yeteneğini nedense benden esirgemiş :) ; ancak kendisinde hala hiç tükenmeden süren öğrenme merakını aklım erdiğinden beri fazlasıyla bana da aşılamış, edebiyat ve resim yapma yeteneğimi ondan aldığım, ki daha o kadarcıkken elimdeki deftercik ve kalemden de anlaşılıyor, Güzel Annem ve henüz iki buçuk yaşındayken bugünleri belli edercesine oyuncağı kağıt ve kalem olan ben.

Dualarına her zaman ihtiyacımız olan annelerden başta Annem olmak üzere gerçekte anne olsun olmasın yüreği anne duyarlığındaki herkesin ve elbette yavrularının annelerinin Anneler Gününü kutlarım.

Sağlıkla bir sonraki Anneler Gününde de mutlu kutlamalarda buluşmak üzere.
Sağdaki kahkülsüz Annem.
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 07.05.2016, 17:00
 @AcemiDemirci




8 Nisan 2016 Cuma

Niteliğin niceliği; yani ölçüt


Pek çok dizi var televizyon kanallarında. Tek bir dizi yok  oysa izlediğim, televizyon başında. Şimdiye dek bir dizi izledim olan biten. İzleyicilerinin, bir yollara düşmediği, Hatay’daki çiftliğe gidip de “Bitmesini istemiyoruz” demediği kalmıştı, 71 haftalık yolculuk  biterken. O topu topu bir kez bir dizi izlemiş olmaklık  yetiyor  şimdilerde.


Ne çok dizi var; görkemli evlerde, yalılarda çekilmekte. Görkem mi dizi oluyor yoksa dizi her şeyiyle bir bütün mü? Yani ilkten bir diziyi benimseyip de başına oturmaya davet edecek müzik,  ardından tarihi dokusundan mimarisine, doğasına sıcaklık yoksa  eğer, bir dizi  eksik vardır o dizide.
 

Eğer  sizi kuşatacak ögelerden yoksun bir dizi ise televizyondaki o an,  şöyle bir bakarsınız önce. Bakarsınız da fikir sahibi olmak için ama.  İzleyici olmazsınız. Ya da genellemeyeyim. Çoğu kişi için öyle. Bakmak, on dakika bile sürmez çoklukla. Bana yetiyor da artıyor bile beş dakika.  Ortamı ve kadronun niteliğini görmek için.

Galiba bizde, herhangi bir dizide oynayıp da göze çarpmış birinin yeni  çekilecek bir diziyi kazandığı o ilgi ile  tek başına götüreceği  inancı hayli yaygın. Oysa tek bir omuz için bu yük çok fazla. İzleyici her yaştan, her sosyo ekonomik  ve kültürel dilimden olduğuna göre konunun, ortamın, oyuncunun hitap edeceği kitle var, etmeyeceği kitle var.  Bana tek bir dizi hitap etti bunca dizi içinde. Ortamı doğa, tarih ve mimari ağırlıklıydı. Yani kültür kokuluydu evdeki eski sandıklardan bakır kaplara. 

Ev,  bir çiftlik evi. Aile,  bildik aile yapısından. Konu, az mı sınavına girip çıktığım İngiliz edebiyatının  hem de kadın yazarlarından birinin romanından. Jane Austen ki nedense galiba teenageleri yazdığından onun soyadını Austeen yazma eğilimim var dalıp gittiysem eğer anlatıma. Ne kadar işlediyse içime Bronte kardeşlerden Jane Austen'e artık...…
 

Çiftliğin dedesi de vardı ki Tuncel Kurtiz ile nasıl inandırıcı bir kimlikti;  anne babası da vardı elbet. Atı, ördeği, horozu, koyunu da. Ve kızlar...  Arada hasımlık olan yan çiftliktekiler. O yan çiftliğin geçmişi bir türlü unutamayan ve bizimkileri affedemeyen insanları. İşler ki iş yerlerinde, güçler ki tarlada, tapanda, ağılda, koyun otlatmada. Ekinlerin yağmursuz kalması... Nasırlı çiftçi elleri... Sürüler... Tozlu yollar... Hayatında İstanbul’u hiç görmemiş taşralı bir veteriner kız.
 


Giysiler moda dışı. Ama çiftliğe uygun; yani gerçek dışı değil. Bakınca biraz eski filmlerdeki at binen kızların giysilerinden esinlenilmiş olduğu  açıkça görülse de hiç yadırganmıyordu. Pek de beğenmiştik üstelik.  Nasıl yadırgansın, orada yadırganacak şey pek çok  tutarsızlığın barındığı dizilerdeki gibi çiftlikte bir karış topuklu ayakkabı giymek görsel tuzağı değildi.  Hiç tozlanmamış, kirlenmemiş ütülü giysiler içinde takıp takıştırdıkları kolyeleri,  el  yıkanırken lavabonun içine kadar girecek mi acaba,   Aşk-ı Memnu kahramanı kızın takılarına bakarken korktuğumuz gibi  kaygısı taşımıyordu. Zaten o görüntünün ardından andığım diziye de bir kez daha bakmamıştım. Gerçek hissi vermiyordu çünkü.
 

Çiftlikte yaşayıp da davete gider gibi giyinmek yerine böylesi pantolon etekli, basmadan buluzlü, düğmeleri kumaştan basılmış, bildik bir terzinin elinden çıkmış olduğu belli  giysiler inandırıcıydı. Bizler hep inandırıcı olanları önemsemez miyiz? Kandırmacalardan kaçmaz mıyız? İkilik değil dosdoğruluk istemez miyiz? İşte hiç kabının dışına taşmayan su gibiydi ASİ dizisi.


Bir dizi, bir oyuncunun sırtındaysa o kişinin sırtı yorulunca dizi düşer. ASİ öyle değildi. En seçkin tiyatro oyuncularından bir ön kuşak  oyuncuları vardı. Çetin Tekindor gibi. Tuncel Kurtiz gibi. Genç oyuncular ve daha gençleri vardı, yapmacıksız. Tiplemeler, her  ruh halinden, kültürdendi. Ama en güzeli dizinin bir tablo seyrettiğiniz hissini uyandıran o güzel şehirdeki o müthiş çiftlikti. Çiftlik o kadar gerçekti ki. Hala aklımızdan çıkmıyor. Orada yaşabilirdik biz de.


Neden mi inandırıcılık, gerçek hissi? Diyelim ki mutfaktaki  tuzluklar, biberlikler ve başka pek çok şey,  şimdi belli başlı mağazalara gittiğinizde hemen hepsinde göreceğiniz  tam bugünlerin, anın modasından değildi. Yirmi yıl öncesinin seramik baharatlıklarıydı Fatma Ana’nın Hatay yemekleri yaparken kullandıkları. Öyle inandırıcı, essah, sanki dizi stüdyosu değil de gerçek bir evdeymiş hissini verdi ki hepimize bu ayrıntılar, gerçekten mıhlandık kaldık biz dizi başında. Hayatımda ilk ve tek kez bir günü ve o gün oynayacak dizinin saatini bekler oldum. Çünkü seyredeceğimiz dizi değil, çiftlik ve ondan hayat bulan her şeydi.
 

Dizidekiler  birbirine kenetlenirken izleyenler  olan bizler de birbirimizi bulup kenetlendik. Öyle  iyi etmişim ki bir  kez bile olsun bir dizi izleyicisi olmakla. Ama şunu hemen yazayım, her dizinin izleyici kitlesi farklı. Herkes beklentisine uygun görsellikteki diziyi seyredecektir elbette. Bu da çok doğal.

Şimdi en kadim, en sevdiğim, kafadar arkadaşlarımdan oldular  o güzel, okumayı seven, kültürü sevdikleri için kültürün  hasının koktuğu bu diziyi izlemiş insanlar. Ve hepimiz de bu dizinin ardından en az iki kez oralara gidip gezdik. Bir farkla. Katıldığımız bir turla biz oraları ASİ dizinin çekildiğini bile bilmiyorken birkaç ay öncesinden uzun bir bayram tatilinde zaten gezmiştik. O yüzden Titus Tüneli görüntğüsü varsa dizinin bir bölümünde  hemen tanıyorduk.oraları.
 

Yoğrulduk birlikte kimi Bursa’dan kimi İstanbul’dan kimi dünyanın ta nerelerinden ASİ izleyicileri olarak. Hamur olduk. Bu sayfalara yerleştik  sonrasında. Televizyon başında dizimizi izlerkenki  aynı sahneleri artık aynı anda başka başka şehirlerde, ülkelerde göremiyor olsak da şimdi buradan  seslerimizi duyuyoruz yine zaman zaman. Öyle bir ses ki ASİ Nehri’nin ters akan suyunun tatlı bir şarkısı gibi.
 

Eğer izlenilmek için yapılacaksa bir dizi, kadrosu kalabalık olmalı. Kaç yıllık evlerin belli ki eskimiş olacak tuzluğundan birazcık eski koltuğuna  hepsi dizi için alınmış yepyeni şeyler olarak göze batacak  aykırı detaylar olmamalı. Kaç kuşağın çiftlik evindeki kaç yıllık yaşantıları anlatan çekimlerde eskimişlik mutlak  olmalı.  Gerçeklik duygusu hissedilmeli. Doğa olmalı bir kere. Kupkuru metropoller zaten uzanıp gidiyor gözümüzün önünde her an.

Şehirde yaşayanların çoğu yaz tatillerini memleketlerinde geçirirken  tüm yaşamlar sanki İstanbul’da,  yalılarda geçiyormuş gibi çekimler olursa hep, belki de dizi çekilmez olur kendini o hayata çok yabancı hissedenler için. Bir de her şey, her yükü üstlenmiş tek bir omuzda olmamalı desem bir kez daha. Dizide geri kalan herkesin kendince bir hayatı, sıkıntıları, saklısı gizlisi belki, belki korkuları, saplantıları, baş edemediği sorunları var. Yani robot değil insanlar. Dizi  kahramanı da olsa bir karakterin kendine has özellikleri mutlak vardır ve bu mutlak dizide görülmeli ki o insan gerçekmişe yakın dursun.

Neden yazıyorum ki… ASİ’yi izleyip fikir edinmek mümkünken tüm bunlar hakkında. Yapılacak şey, 71 saat harcamak. Sonrasında kaç yetmiş bir saat daha izlemek gerekecek kolunuzu kaptırdığınızdan işte ondan emin değildim. Bir kez ASİ Nehri sularına kapıldıktan sonra.

İyi, izlenebilir bir dizi için ölçüt, dizi sayısındaki çokluk değil. Çok olup niteliksiz olacaklarsa, başlarına gelecekler belli. Ölçüt, niteliğin niceliği!
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 08.04.2016, 16:32

11 Mart 2016 Cuma

71. Hafta Son İstasyonmuş; Kime Ne?

Yok, unutmadım. Tekrara düşmekten korkum. Ne varsa yazılacak yazdım zira. Geriye sadece 71 haftanın dolu doluluğundan yıllar sonra nasıl bir boşlukta kaldığımızı yazmak kaldı. O zaman onu yazayım öyleyse.

Unutmak ne kelime, o görüntüleri, o müzikleri, hep bahsettiğim çiftliğe ait mimariden, giysilere, atından, tavuğundan ağacına her şeyi özledim. Herkesi özledim onları özleyen herkes gibi. Bizimkileri, onları bizimkiler bellemiş herkes  kadar özledim. Asi ve Demir’i. Sonrası da var tabii. Çiflikteki, yan çiftlikteki kâhyasından teyzesine herkesi.

Şimdi jenerik müziğini dinledikten sonra müzikçalarda, diyorum ki bir kez daha, daha önce aynı cümleyi çok kez yazmış olarak;
“Bir dizi izledim; hayatımda bir dizi değişiklik oldu”.

Önce dizi seyircisi oldum, birdenbire kulağıma gelen bir jenerik  ezgisi eşliğindeki ön tanıtım görüntülerinden sonra. Mısır tarlasında, koçanlar içinde dolanan lastik çizmelerine çamur bulaşmış bir kız… Çiftçi kız, aklıma ilkten Rüzgar Gibi Geçti’nin –Gone with theWind- Scarlett O’Hara’sını getirmişti. Ve gördüm ki bizimkiler gerçekten rüzgar gibi geçti. Ama ne geçiş! Öyküler dolusu…

Atmışlı bölümlerde kendimi ASİ’yi yazarak konuşanların arasında buldum. Hep yazardım, bir köşede kayıtlı, unutulmuş, belki daha sonra hiç okunmamış ve çoğu da kayıp. Bu kez kaybolmayacak sayfalarda yazıyordum. Uzun uzun; ama hiç uzun süre harcamadan. Yani gözden bile geçirmeden. Ve ilk tepkileri aslında yadırgamamıştım;“Siz, yazar mısınız?”

O sorunun cevabını şimdi veriyor olsak… Cevabı ben değil de yazdıklarımı okuyanlar verse J
Yazar demeyeceğim de yazma yolunda olduysam ve o yola  giden ilk sapağım ASİ olmasa, daha önce yayınlanmış yazılarım olsa bir daha yazmaktan başka yöne sapmadığım sapağım kesinlikle ASİ ve sonrası. Aslında  İngiliz Edebiyatı’ndan uyarlama bu dizi, benim için bambaşka anlamlar da taşımaktadır. Ve bunu her zaman yazarım da anlatırım da.

Hatay’daki bir çiftlikte Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlett’i ya da Jane Austen’in Aşk ve Gurur’undaki kahramanın bileşkesi olarak ASİ’ye’nin can bulduğu dizi, yalnızca bir dizi değil hep  öyle betimlediğim ve hep de öyle tanımlayacağım gibi bir kültür, edebiyat, mimari, aile bağları, doğa, tarım, erdemli sevgi, insani her şeyin şöleniydi. Ve o şoleni en önde izledik. Bitmesin istedik. Evet, diziler biter biliyorduk, biz bitirmeyelim istedik yani. Ve bitimedik. Hep aklımızda. Müzikleri hep kulaklarımızda.
Eğer dizi görünümlü böyle kültürel bir çemberin içine girdiyseniz, o çembere girmiş diğerlerinin sizden çok farklı olmadığını ve önemsedikleri temel taşların okumak, edebiyat, sanat, tabiat, doğallık, kültür ögeli olduğunu da görüyorsunuz.

Şimdi kim ister çemberin dışında olmayı? İsteyenler, istesin varsın. Tanıdığım onca güzel insan ve bir ara iletişimimizin koptuğu eski arkadaşımı bulmak  gibi öykümsü gelişmeleri işte böyle destansı bir dizi yaşattı.

Olağanüstü bir müzik şöleni içinde olağandışı görsellikler içinde dostluklar pekiştirdik. Aşkın erdemlisini seyrettik. Ailenin, eski eşyalar üzerinde oturup da tefriş salonu hissini vermeyen çiftlik evinde yaşamını benimsedik. Dedeleri Cemal Ağa, bizleri  kızdırırken bir baktık ki sevdirdi kendini. Aslan yürekli Aslan’da korkuttu güya; ama mayası iyiydi.

ASİ’ye… Defne… Herkes… Çok gerçekti. 71 hafta boyunca Cuma günleri saat sekizi iple çektirenlerdi. Şimdi o saatler, o günün yaşanması gereken saatleri anlamlı, o kadar.

O ASİ dizisi müzikleri yok mu… Öyle yanan yakılan, saçmalayan müzik sözleri gırla giderken müzik, orada hakkıyla müzikti. Sözleriyle, ezgileriyle. Çok az şiirde rastlanacak sözler, şarkı olmuştu ASİ nağmelerinde. Yüreğe dokunan tellerle çalınmıştı ezgisi.

Unutmadık, unutmayacağız kalitenin dizi oluşunu. Edebi boyutunu. İngiliz Edebiyatından uyarlama idi ASİ. JaneAusteen’in Aşk ve Gurur adlı eseri, Hatay’da bir çiftlikte ASİ oluvermişti. Ve Scarlett O’Hara da kendi romanı Rüzgar gibi Geçti’den kaçıvermişti ASİ adını almış Aşk ve Gurur uyarlamasına

Roman kahramanları bile ASİ’ye kaçarken biz hiç çemberin dışına kaçabilir miydik? Demir’den korkan trene binmez hesabı ASİ vagonlarına doluştuk. Çoktan geldik son istasyona; tren artık yol almıyor; ama ne inen var ne de inecekmiş gibi görünen.
(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL (AcemiDemirci), 11.03.2016, 11:11

13 Şubat 2016 Cumartesi

Galiba bir telaş var yarın için. Herkeste olmasa da...Adı sevgi ile anılan bir gün yarın. Neyi ya da kimi seviyor olursanız olun, sizin için "Sevgili" olan ister Anneniz, Babanız ister Eşiniz, sözlünüz ister pencere önüne konan kuşlar ister sokaktaki aç kediler ister doğa ister o ister bu olsun bu kavram, hatırlatılmadan hatırlanılan bir kavram olması gerektiğinden bir tek güne sığabileceğine inanmam. Ve o tek günü de tüketim günü olarak benimseyenlere içten içe hak veririm.

Daha var ama; hem yarını meşgul etmemek hem de şu an olası gözükmese de olur a yazılarda bir çakışma yaşamamak için erken yayınlamak istedim.

14 Şubat Gülleri” adlı çalışmama;
 
linkinden ulaşılabilir.

Okuyacak olanlara keyifli anlar dilerim.
@AcemiDemirci