10 Şubat 2014 Pazartesi

Çiftlik yollarından çıkagelen bir öykücülüğün öyküsü

Öykülerin de öyküsü var. Yaşanan cinsten. Tırnaklarla kazıma zorluğunda. Didinmenin, vakti satırlarda eğlenerek geçirmenin öyküsü, benim öykücülüğümün öyküsü.

Bu öyküde bir dizinin, ASİ’nin de yeri var.

Hep yazıyordum. İlk ciddi yazım bir çocuk şiiriydi. Şubat ayında Ünye’de okuduğum ortaokulun bahçesinde top oynayıp, terledikten sonra arkadaşımın hemen okulun karşısındaki evinin kapısını çalıp kana kana iki bardak soğuk su içip eve dönünce de boncuk boncuk terleyip ateşlenmiştim. Çok üşütmüşüm. Öksürük de başlayınca soluğu Samsun’da almıştık.

Samsun’da hastaneye gittiğimiz gün, bir Cumartesi günü idi. Haftasonuydu. Film çekebilmeleri için Pazartesi gününü beklememiz gerekiyordu. Olağan muayenede ciddi bir şey çıkmayınca “Beni ve annemi misafireten pazartesiye kadar ağırlayacaklarını” söylediler hastanede. Bırakmadılar. İyileşmeden de çıkartmadılar zaten.

Pazartesi günü filmim çekilince misafirlik bitti. Hastaneye yattım.

İlk kez bir hastanede yatmak hem de ortaokul öğrencisiyken garipsenen bir şey. Bir an önce bildik hayata geçmek istiyor insan. Hem de dersler beni bekler, sınavlara giremezken.
Misafirken yatar hasta olunca korktum galiba. Bir baktım bir şeyler yazıyorum. Uzun mu uzun bir şiir. Dörtlüklerden oluşuyor. Sanki hece vezinli.
Bir yerlerden tamamını bulacağımı hala umduğum bu şiirin şimdi aklımda iki kıtası var. Annemi ağlatmıştı bu çocuk duygularımın şiiri. Doktor da okuyunca hayretle yüzme bakmış ve şiirimi birkaç kez okumuştu. “Çok beğendiğini” beni her gördüğünde söylemişti.

“Suda ateş yanmadan

Çölde dere akmadan,

Çamda çiçek açmadan
Evvel iyi olmalıyım.

 
Leylekler geri gelmeden
Balıklar göç etmeden

Beni bilenler ölmeden

Evvel iyi olmalıyım”

diye gidiyordu.

 Yazdığım ilk satırlar bunlardı. Oysa o ana kadar hep çizerdim.  

Yazmak, sonraları da sürdü. Aklıma geldikçe. Anneler gününde. Dağ eteklerinde akan nehirlerin şırıltısını duyduğumda. Öykücülüğe varana dek.
Bu öyküyü burada da yayınlıyorum; çünkü öykücülük denizindeki en büyük adımlarımdan, kulaçlarımdan  biri burası ve buradaki bir arkadaşım; usayken.
Hep yazdım. Kimileyin çok seneler ara vererek. Zaman zaman yayınlananlar oldu yazdıklarımdan. Çalıştığım sektörün dergisinde de yazdım, yayın hayatında olduğu süre zarfında.

Bir gün televizyondan gelen bir müzik duydum. Notalar, bir su damlasının suya düşene kadarki çırpınışı ve suda dağılıp su birikintisine karışırkenki  çığlıkları gibiydi. Düşen su damlasıydılar yani. Mutfaktaydım o an. Doğruca televizyon başına koştum.

Bir dizinin öntanıtımı yapılıyordu. Mısır tarlasında, koçanlar arasında deri çizmeli bir çiftçi adam ve lastik çizmeli kızı geziniyordu. Bir çiftlik evi gördüm. Taştan. Rüya gibi. Bir doğa uzanıyordu, tabloları yapılandan. Bir mimari, sanatın ta kendisi.
Yine de ilk bölümü kaçırdım. Ama öntanıtımlara rastladıkça neler kaçırıyorum deyip Cuma günleri saat sekizde televizyon başına geçtim.

Geçiş o geçiş. Artık Cumalar’ın yolu gözlenir olmuştu. Bir dizi izlemek için. Aslında bir dizi kılıfında tabiat, mimari, tarla tapan, daha önce turla gidip her şeyine hayran olduğum kültür kokan bir kent, aile bağları, emek emek  lezzetli yemeklerle donatılmış, kız kardeşlerce şenlendirilen masalar, çiftlik ve katıksız, erdemli bir sevda izlemek için.

“Bir dizi izledim, hayatında bir dizi değişiklik oldu” diye yazdım  sonra hep  o dizinin sayfalarına.

Doğru dürüst dizi hatta televizyon bile izlemezken bir dizinin neler getireceğini merak eder oldum bir anda. Bu arada o diziyi en az benim kadar seven kişilerle de dizi sayfalarında buluştum bir baktım. Hepimiz bir diğerimizi rumuzlarımız ile tanıyorduk.
Bir gün bir rumuz ilişti gözüme. Bakakaldım.


İki hece, dört harf bir rumuzdu. usay’dı bu rumuz. O heceler bana bir çağrışımda bulundu. Bu rumuz, şimdi eşi ve iki oğluyla çok uzaklarda olan bir arkadaşımındı mutlaka. Koca dünyada bunca insana ait olabilecek bir rumuz nedense bana dünyanın geri kalanına değil de ille de benim uzaktaki arkadaşıma ait gözüktü. usay’ın yazısını okudum. Çok düzgün bir ifadeydi. Tıpkı arkadaşımın ifadesi gibi.

Çok geçmedi usay, rumuzunu usayken’e çevirdi. Üçüncü hece ile sanki bana “Hiç kuşkun olmasın; evet, benim” diyordu. Kesinlikle uzaktaki arkadaşımdı ilkin usay sonradan usayken.

usayken, kendisine soru soranlara cevaplar verirken zaten benim bildiğim şeyleri de anlatıyordu. Ben onun uzaktaki arkadaşım olduğunu biliyordum; ama uzaktaki arkadaşım tam karşısında olduğumu henüz bilmiyordu.
Bunu mutlak söylemek gerekti de arkadaşım buraya eski bir arkadaşına rastlamak fikri hiç aklından geçmeden gelmişti. Münasebetsizlik olur muydu acaba bir “merhaba”.

Söylemeden olmazdı. Dolayısıyla bir sohbette hafifçe çıtlattım ACEMIDEMIRCI’nin dışındaki adımı. Sonra bilmece gibi bir cümleyle kim olduğumu söyledim. Arkadaşımın tepkisi “balkondan düşecektim” oldu.

Dünya kocaman gözükse de aslında küçük. Hem de küçücük. Bir sanal sayfaya sığacak kadar küçük.

ASİ’ye’li ASİ dizisi kısa sürdü. Ama hala hayatın en uzun öykülerinden biri. Televizyonda sürmüyor şimdilerde. Ama sürüyor.
ASİ bitmeden bir tasa çötü ASİseverlerin ruhuna. Bir dizi vesilesiyle müzik, mimari, tabiat sevgisi gibi birçok ortak değeri birbirinden habersiz zaten çoktan benimsemiş ve sevmekte olan onca kişi ruhlarının bu denli yakın olduğu ve henüz tanımadıkları arkadaşlarına dizi bitince artık ulaşamayacakları, irtibat kuramayacakları kaygısına düştü. Haklıydılar. Ben de kaygılananlardandım.

Ben, ASİ dizisi sayesinde sadece usayken ile karşılaşmamış aynı zamanda artık kardeş bellediğim Yulia ve annemin doğduğu yerden hısım belki de akraba birisiyle daha karşılaşmıştım. Onun rumuzu Elif idi.


usayken, her konuda donanımlı, çok iyi eğitimli bir arkadaştı. Elektronik de onun fakülteden dalıdır zaten. Dizi bitimine yakın usayken bazı taleplerin odağı oldu bu yüzden. Ortak beğenilerimizin kesiştiği, birbirinden habersiz kişilerken çiftlikten, mimarinin hasından, çiçekli, allı güllü keten gömleklerden, tiril tiril uçuşan eteklerden, çağdaş Scarlett O’Haralar’dan, tarımdan, ağaçtan, kuş ötüşünden, maydanoz tarlalarından  haz alanlar olduğumuzu artık iyiden iyiye bize belleten  ASİ’nin bitiminden üzüntü duyarken, dünyanın dört bir yanından kişiler olarak bu güzel arkadaşlığımızı nasıl sürdürebileceğimiz tasasına düşmüştük.

Evet her birimiz dünyanın bir yerinde olsak da, yalnızca bir dizinin  sayfalarında bir araya gelmiş,  hala hiçbirini yüzyüze görmemiş olsam, bazen bazıları ile telefonda konuşmak bile yetiyor olsa da  herkesin ortak bir adreste buluşabilmesi en büyük dilekti benim için de. usayken’e iş düşecekti bu durumda. Hoş onun ne işten kaçtığı ne de kendisine yöneltilen bir isteği geri çevirdiğini ben hiç görmemiştim o uzaklara gidene kadar. Yine aynını yaptı usayken. Bize bir sayfa açtı kendi emeğiyle; asiesintiler.blogspot.com.

Dizi bittiğinden yazacak şeyler kısıtlı olmaya başlamıştı. Yazdığım denemeleri yayınlamaya başladım asiesintiler’i beslemek için. Kendi yayınladığım kendi yazılarım böylece ilk kez  ASİ dizisinin severleri için dizi bittikten sonra buluşma noktası olarak usayken’in oluşturduğu bir blogda çıktı.

asiesintiler’de epeyce çalışmamı yayınladıktan sonra usayken bana www.acemidemirci.blogspot.com adresli kendi rumuzumdan oluşan bir blog hazırlayıp hediye etti. Öyküye girişim henüz ciddi anlamda olmamıştı. Çokça denemelerim vardı. Kimi öykümsüydü.
Bana hep yarışlara katılmamı salık veren yakınlarımın iteklemesi, zorlaması ile katıldığım ilk yarışım, bir öykü yarışmasıydı. Yarışın başvuru tarihine çok az kalmışken karar vermiştim katılmaya. Yazılarımı gözden bile geçiremeden. Bir yarışa hazırlanmak ciddi bir uğraşı. Gözden geçirmeler, çıktı almalar, özgeçmiş hazırlama…

Rumuzumun ACEMIDEMIRCI olduğu bu yarışta, jürinin düzenlemesiyle  Acemi Demirci olarak ilk ödülümü aldım. ACEMIDEMIRCI,  bu yarıştan sonra Acemi Demirci olarak devam etti.
Yanıbaşımda çok içli, dokunaklı bir öykü vardı. Annem hatırlattı bunu yazmamı. Çeşme’deki ilk yıllarımızda bekçi köpeğimiz olan Kontes’in öyküsüydü bu hisli öykü. Ve elbette çağın Nasreddin Hocası denilen annemin babası Ziya dedemin öyküsü. Ve öykü yazışlarım kah gerçek hayat çıkışlı kah bir cümleden, üzgün bir  bakıştan etkilenip kendimce kurgulamalarla yoğrularak sürdü.

Aklıma roman yazacağım gelirdi. Ama aklıma öykü yazacağım hiç gelmezdi. İnsanın yaşadığı şeylerin çoğu hiç aklına gelmeyenler oluyor. Bu benim başıma birkaç kez geldi.

Şu an beş ödülüm var. Birinciliklerim de var mansiyon birinciliklerim de. Bu ödüllere giden yol, öykülerin gün ışığına çıkmasından geçen yol, her ne kadar ben ol git yazıyor olsam da ASİ’dir.

ASİ’nin sayfalarından bazılarında hala yayında olan yazışmalarımız sırasında hep şu soruya maruz kaldım “Siz gazeteci ya da yazar mısınız?”. Daha sonra hem kendi blogumdaki  hem yazdığım www.kadinhaberleri.com adresindeki çalışmalarımdan haberdar olan arkadaşlarım bana şu soruyu sordu “Sen mi yazıyorsun bu yazıları?”

Bu tepkiler benim açımdan, benim bakışımdan alınabilecek en güzel tepkilerdir. Bir okur için okuyup da çok etkilendiği hatta bazısını okuduktan sonra ağladığı bir öykünün, denemenin tüm iletişimi yalnızca sabahları “Günaydın”, akşamları da çıkışta “İyi akşamlar” olduğu biri tarafından yazılması çok şaşırtıcı geliyor. Çünkü öyküleri yazanlar pek böyle kendi içlerindeki kişiler değil de  gazete köşelerinde bir ad ve resimden ibaret olarak algılanıyordu. Benim bir çalışan olmamın yanı sıra öyküler yazıyor olmamın kanıksanması uzun sürmedi. Şimdi o soruların yerini beğeniler, okunan bir öykünün izlenimleri, konuşmalar aldı.
Kitap bastırmak zorlu mu zorlu. Hiç kolay değil. Belki herkese böyle gelmiyor olabilir; ama ben böyle olduğunu yaşayarak görüyorum. Ülkemizde “abece’den sonra hiç kitap okumadım” diyen kişi oranı yüzde otuz sekizmiş.  Eğitim ortalamamız ise dört buçuk yılmış. Roman okumaya göre daha az zaman alan, konuyu unutturmadan anlatılanın zaten bittiği öykü okuru da dolayısıyla fazla değil. Okuyanların haliyle eğilimlerine uygun kendi tercihleri var. Günün şartları ve gizemlere meraklar doğrultusunda.

Henüz ilk kitabım basılmış olmasa da bir e-kitap niteliğinde yayına sahip olabilmemin yolculuğu ASİ’nin çiftliğinden düşer yola. Sanal sayfalarda eski dostlarla karşılaşmakla pekişir. Çok değerli, aklı, mantığı, çalışkanlığı, istenen bir yardıma hemen yetişmesini evvelden beri bildiğim usayken’in aldığım en manidar hediye olan www.acemidemirci.blogspot.com’u kurup bana armağan etmesiyle öykücülüğe tümden ulaşır.

Tek başıma yazdım; ama yazın öyküm, usayken de dahil hala yüz yüze görüşemediğimiz onca arkadaşla pekişti. Yalnız kalmadım. İlk ödülümün müjdesini ailemden önce  yazın ailem diyebileceğim ASİ  sayfasından yüreğimin baş köşesine oturmuş arkadaşlarım arasındaki naile’ye verdim. Öyle sıkı bir dostluk geliştirmişiz ki meğer kültürel kavramlarla dolu bir dizideki çiftlik evinin gölgesinde, kimileyin büyük üzüntüler yaşayan arkadaşlarımın kederi benim satırlarımda ağladı. CEYHAN’a ithafen yazdığım “Gelincik yalnızlığı” gibi.
8 Şubat 2014 tarihinde, biraz aksamayla saat 22:00’den sonra ilk radyo söyleşimi yaptım. Radyo 1959’da. Bu yayın, edebiyat söyleşileri olarak sürecek. Gönül sıkça yapılmasını istese de iş, ev, yazmak, hasta aile büyüklerinden kalan zamanda gerçekleşecek.
ASİ dizisi, gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkmıştı. Gerçek bir öykücülük öyküsünü de ASİ’nin bereketli suları suladı.
Not: Asi dizisine ait resimler dışındaki tüm fotoğraflar yalnızca kendi çektiğim resimlerdir ve kaynak gösterilmeden hiçbir yerde yayınlanamaz, izinsiz olarak kullanılamazlar.

(Her hakkı saklıdır)

Acemi Demirci, 10.02.2014, 14:36