Gırla
gidiyor diziler. Biraz biraz da filmler. Önce dizilerde boy gösterecek bir
oyuncu. Seyircide bıraktığı izlenim izlenecek. Hatta o role biçilmiş kaftan
olarak kabul edilmişse seyirci tarafından, bir başka öyküde bir başka adla yine aynı kişiliğe yakın bir kişiliğe
bürünecek. Çünkü o, öyle benimsendi. Bunu ASİ’ye bile yaptı. Son iki filminde
neredeyse aynı çizgide. Kuzeydoğu coğrafyasında. Kız başka gelenekten oğlan
başka… Böyle sürüp gidiyor filmleri. “Üçüncüde ayakları yere bassa” diyorum.
Bir sonraki filmi tekrarı olmasa bir öncekinin ya da öncekilerin.
Gözlem,
tecrübenin mayası. Tecrübe, gözleme de dayanmıyorsa eğer, ayaklarından biri
eksik bir sehpa yalnızca. Gözlem, sacayağının
değişmez parçası. O halde gözlemlerimden yazayım.
Biz
öteden beri en çok kalabalık kadrolu filmleri tuttuk. Eski Türk filmlerinde bir
esas kız esas oğlan vardı, tamam. Ama arkasında bir kalbur da çok sevilen,
güldüren, o isim denilince akla illa ki ya fabrikatör, ya tatlı sert babacan bir
baba gelen, Hulusi Kentmen gibi. Bu kadrolarda köşkün bahçıvanı, aşçısı, hususi
otomobilin şoförü, beyaz gömlekli, siyah eteği üzerine kenarları fırfırlı bir
önlük takılı, başında da etekteki fırfırı andıran taçvari, eskinin hemşire
keplerinden küçükçe bir şey olan hizmetçi mutlaka olurdu. Bunlar bir de iyi
kalpli olurdu. Evin hizmetçisi ile bahçıvanı da çoklukla birbirlerine aşık
olurdu. Yani o kadro, yan konularla beslerlerdi filmi.
Formül
basitti yani. Göz önünde olacak kadar da açıktı. Apaçık. Sapsade. Ama gören
gözlere.
(Esas
kız + esas oğlan) + (Bir kalbur güldüren, akıl sahibi olan, şişmanından
cılızına, kahyasından çalışma arkadaşına başkaları + gerçekçi ortam) = Tutulan
dizi ya da film.
Ben
kendi adıma hiç dizi meraklısı değilim. Zira onca saati ayırıp, onca çekilmez
reklama katlanıp, onca geç saatlerde bitecek bir diziyi sabah saat 05:45’de
kalkan biri olarak izleyeceksem eğer, o buna değmeli. O yüzden tek ASİ dizisini
beğenmekten öte benimsedim. Unutamadım. Biz ASİ’yi sevdik.
Bir
dizi izlenmeye nasıl değer o halde? “Nasıl değer” sorusunun cevabı, beklentilere
göre değişir. Kitleleri farklıdır dizilerin. Ama şaşamayan bir kitle var. Ben
de zaten onlardan biri olarak onların adına yazıyorum izinleri olursa.
Şaşmaz
bir pusulası vardır ASİ izleyenlerinin. O pusula, rafine bir seçkinin itmesiyle
gösterir yönünü. Bu pusula hep kültür, doğa, ekin, tarla tapan, blok değil mimarisi
olan çiftlik evleri, eskinin taş evleri, gerçekçi döşeme yani falanca
mobilya sergi evinde ya da ev üzerine büyük alışveriş merkezine
uğranılmış da iğnesinden ipliğine, masasından sehpasına, koltuğundan vazosuna,
biblolarından su içilen bardaklara eş zamanda moda olmuş, alışverişe
çıktığımızda hepsini bir büyük ev mağazasında aynı anda bulacağınız kadar
yepyeni değil de diyelim ki om yıllık koltuklar, beş yıldır kullanılan su
takımları, çeyizden kalma yorgan yastıklar, on beş yıllık emektar elektrik
süpürgesi, bir kampanyada dokuz yıl önce yenilenmiş buzdolabı göze hiç batmaz.
Ama tefriş salonu gibi, bir beyaz eşya ve mobilya dükkanına girmişiniz gibi
hepsi bu yılın modası yepyeni eşyaları görünce dizinin size ilk kaybettirdiği
gerçekçilik duygusu oluyor. Hiçbir ev o kadar yepyeni değildir. Hatta yeni
gelin evleri bile. Oradaki pek çok şeyin sandık beklemişliği vardır. Yorganı,
dantel perdeleri, dantel örtüleri ya da ana baba evinden getirilen birkaç parça
şet mutlaka eskidir.
Yepyeni,
gıcır gıcır eşyalarla döşemek belki bazı seyircide çok iyi izlenim bırakabilir;
ama ayakları yere basan seyirciler böylesine bir görselliği kandırmaca
sayarlar.
ASİ
dizisindeki çiftlik evi yepyeni değildi. Çok eskiydi. Özellikle mutfağı,
rastgele girdiğiniz bir evin mutfağı kadar gerçekçiydi. Beyaz seramikten
baharat kavanozlarına kadar.
Dizilerin
tutması için adı allı pullu, ve adından önce yakışıklığı ya da güzelliği
söylenen oyuncuların o dizide olması gerekmiyor. Bunu çok yakınlarda hem de
nasıl satışlar yapmış, okunmada en üstleri görmüş kitapların
dizileştirilmesinde gördük. Gerçi o kitabın ilkiyle değil ikincisiyle
başlanılsaydı daha iyi olurdu da yine de beklenen o dizinin tutmasıydı.
Tutması. Tutmayacağını daha on, on beş dakika izlediğimde anlamıştım. Okuduğum
ve “hayatı gerçekten roman” dediğim o kahramanın yaşamının dizisi kadro olarak
ne kadar başarılıydı gireceğim bir konu değil; ama başroldeki mavi gözlü esas
oğlan, kahramana hiç benzemiyordu. Ama yine mavi gözlü bir adaşı, kitabın
arkasındaki mavi gözlü kahramanın çizmeli, koltukta otururken, asker kıyafeti
içindeki haline çok benziyordu. Bir de o kahramanın bakışlarının deli fişek,
şimşek çakışlı olması gerekirdi. O ışıltı olmadan dizi zaten ışıyamazdı. Ne
yaptılarsa da ışıyamadı zaten.

Esasa
kız ve esas oğlan bulundu diyelim. İyi güzel de onların beslenmesi lazım. Yan
konular, espri katacak, ya da ha bire olaylar açacak patavatsız, sorunlu, meraklı,
farklı özellikte kişiler lazım. Hani eski Türk filmlerindeki gibi. Hani Hababam
Sınıfı ya da Zeki Alasya - Metin Akpınar filmlerindeki gibi. Temel de çatı da
esas kızla esas oğlan olsa da ille de yapıyı direkler taşır. Direk lazım yani.
İşte o bir kalbur kişi, o direkler.
Şu
yaz günlerinde birkaç dizi görüyorum. Hiç izlemedim ama kanal değiştirirken ya
da öntanıtımlarında. Asla tutmayacak o diziler. Yakalaması lazım bir dizinin
seyirciyi bir yerlerden. Ne ile
yakalayacak. Sadece lüle lüle inen uzun saçlarla veya da şıkır şıkır döşeli
villalarla, konaklarla mı? Bunlar da bekleniliyor olabilir; ama asıl yakalayıcı
yön elbette sevilen oyuncular ve gerideki oyuncularla birlikte doğasıyla,
mekanıyla, mimarisiyle, konunun geçtiği kültürel değerlere bürünmüş kentlerle
kasabalarla yakalayacak. Yani hiç kimse şunca yakışıklı şu oyuncunun ya da
bunca görkemli villanın kemendine yakalanmayacak kadar çok seçenekli artık
diziler. Diz, yakalamak ve yakalanmak istiyorsa bunu bir bütün olarak
başarabilir. Formülü yukarıda yazılı. Formülün
uygulaması da ASİ’de.
Acemi
Demirci, 13.08.2014, 12:20