
Bu öyküde bir dizinin, ASİ’nin de
yeri var.
Hep yazıyordum. İlk ciddi yazım
bir çocuk şiiriydi. Şubat ayında Ünye’de okuduğum ortaokulun bahçesinde top
oynayıp, terledikten sonra arkadaşımın hemen okulun karşısındaki evinin
kapısını çalıp kana kana iki bardak soğuk su içip eve dönünce de boncuk boncuk
terleyip ateşlenmiştim. Çok üşütmüşüm. Öksürük de başlayınca soluğu Samsun’da
almıştık.
Pazartesi günü filmim çekilince
misafirlik bitti. Hastaneye yattım.
İlk kez bir hastanede yatmak hem
de ortaokul öğrencisiyken garipsenen bir şey. Bir an önce bildik hayata geçmek
istiyor insan. Hem de dersler beni bekler, sınavlara giremezken.
Misafirken yatar hasta olunca
korktum galiba. Bir baktım bir şeyler yazıyorum. Uzun mu uzun bir şiir. Dörtlüklerden
oluşuyor. Sanki hece vezinli.
Bir yerlerden tamamını
bulacağımı hala umduğum bu şiirin şimdi aklımda iki kıtası var. Annemi
ağlatmıştı bu çocuk duygularımın şiiri. Doktor da okuyunca hayretle yüzme bakmış
ve şiirimi birkaç kez okumuştu. “Çok beğendiğini” beni her gördüğünde
söylemişti.
“Suda ateş yanmadan
Çölde dere akmadan,
Çamda çiçek açmadan
Evvel iyi olmalıyım.
Leylekler geri gelmeden
Yazdığım ilk satırlar bunlardı.
Oysa o ana kadar hep çizerdim.
Yazmak, sonraları da sürdü. Aklıma geldikçe. Anneler gününde. Dağ eteklerinde akan nehirlerin şırıltısını duyduğumda. Öykücülüğe varana dek.
Bu öyküyü burada da yayınlıyorum;
çünkü öykücülük denizindeki en büyük adımlarımdan, kulaçlarımdan biri burası ve buradaki bir arkadaşım;
usayken.
Geçiş o geçiş. Artık Cumalar’ın
yolu gözlenir olmuştu. Bir dizi izlemek için. Aslında bir dizi kılıfında tabiat,
mimari, tarla tapan, daha önce turla gidip her şeyine hayran olduğum kültür
kokan bir kent, aile bağları, emek emek lezzetli yemeklerle donatılmış, kız kardeşlerce
şenlendirilen masalar, çiftlik ve katıksız, erdemli bir sevda izlemek için.

Söylemeden olmazdı. Dolayısıyla
bir sohbette hafifçe çıtlattım ACEMIDEMIRCI’nin dışındaki adımı. Sonra bilmece
gibi bir cümleyle kim olduğumu söyledim. Arkadaşımın tepkisi “balkondan düşecektim”
oldu.
Ben, ASİ dizisi sayesinde sadece usayken ile karşılaşmamış aynı zamanda artık kardeş bellediğim Yulia ve annemin doğduğu yerden hısım belki de akraba birisiyle daha karşılaşmıştım. Onun rumuzu Elif idi.


Yanıbaşımda çok içli, dokunaklı
bir öykü vardı. Annem hatırlattı bunu yazmamı. Çeşme’deki ilk yıllarımızda
bekçi köpeğimiz olan Kontes’in öyküsüydü bu hisli öykü. Ve elbette çağın
Nasreddin Hocası denilen annemin babası Ziya dedemin öyküsü. Ve öykü yazışlarım
kah gerçek hayat çıkışlı kah bir cümleden, üzgün bir bakıştan etkilenip kendimce kurgulamalarla
yoğrularak sürdü.

Henüz ilk kitabım basılmış olmasa
da bir e-kitap niteliğinde yayına sahip olabilmemin yolculuğu ASİ’nin çiftliğinden
düşer yola. Sanal sayfalarda eski dostlarla karşılaşmakla pekişir. Çok değerli,
aklı, mantığı, çalışkanlığı, istenen bir yardıma hemen yetişmesini evvelden beri
bildiğim usayken’in aldığım en manidar hediye olan www.acemidemirci.blogspot.com’u
kurup bana armağan etmesiyle öykücülüğe tümden ulaşır.
Balıklar göç etmeden
Beni bilenler ölmeden
Evvel iyi olmalıyım”
diye gidiyordu.
Yazmak, sonraları da sürdü. Aklıma geldikçe. Anneler gününde. Dağ eteklerinde akan nehirlerin şırıltısını duyduğumda. Öykücülüğe varana dek.
Hep yazdım. Kimileyin çok seneler
ara vererek. Zaman zaman yayınlananlar oldu yazdıklarımdan. Çalıştığım sektörün
dergisinde de yazdım, yayın hayatında olduğu süre zarfında.
Bir gün televizyondan gelen bir
müzik duydum. Notalar, bir su damlasının suya düşene kadarki çırpınışı ve suda
dağılıp su birikintisine karışırkenki çığlıkları
gibiydi. Düşen su damlasıydılar yani. Mutfaktaydım o an. Doğruca televizyon
başına koştum.
Bir dizinin öntanıtımı
yapılıyordu. Mısır tarlasında, koçanlar arasında deri çizmeli bir çiftçi adam
ve lastik çizmeli kızı geziniyordu. Bir çiftlik evi gördüm. Taştan. Rüya gibi.
Bir doğa uzanıyordu, tabloları yapılandan. Bir mimari, sanatın ta kendisi.
Yine de ilk bölümü kaçırdım. Ama öntanıtımlara rastladıkça
neler kaçırıyorum deyip Cuma günleri saat sekizde televizyon başına geçtim.
“Bir dizi izledim, hayatında bir
dizi değişiklik oldu” diye yazdım sonra hep o dizinin sayfalarına.
Doğru dürüst dizi hatta televizyon
bile izlemezken bir dizinin neler getireceğini merak eder oldum bir anda. Bu
arada o diziyi en az benim kadar seven kişilerle de dizi sayfalarında buluştum bir baktım. Hepimiz
bir diğerimizi rumuzlarımız ile tanıyorduk.
Bir gün bir rumuz ilişti gözüme.
Bakakaldım.
İki hece, dört harf bir rumuzdu. usay’dı
bu rumuz. O heceler bana bir çağrışımda bulundu. Bu rumuz, şimdi eşi ve iki
oğluyla çok uzaklarda olan bir arkadaşımındı mutlaka. Koca dünyada bunca insana
ait olabilecek bir rumuz nedense bana dünyanın geri kalanına değil de ille de
benim uzaktaki arkadaşıma ait gözüktü. usay’ın yazısını okudum. Çok düzgün bir
ifadeydi. Tıpkı arkadaşımın ifadesi gibi.
Çok geçmedi usay, rumuzunu
usayken’e çevirdi. Üçüncü hece ile sanki bana “Hiç kuşkun olmasın; evet, benim”
diyordu. Kesinlikle uzaktaki arkadaşımdı ilkin usay sonradan usayken.
usayken, kendisine soru soranlara
cevaplar verirken zaten benim bildiğim şeyleri de anlatıyordu. Ben onun
uzaktaki arkadaşım olduğunu biliyordum; ama uzaktaki arkadaşım tam karşısında
olduğumu henüz bilmiyordu.
Bunu mutlak söylemek gerekti de
arkadaşım buraya eski bir arkadaşına rastlamak fikri hiç aklından geçmeden
gelmişti. Münasebetsizlik olur muydu acaba bir “merhaba”.
Dünya kocaman gözükse de aslında
küçük. Hem de küçücük. Bir sanal sayfaya sığacak kadar küçük.
ASİ’ye’li ASİ dizisi kısa sürdü.
Ama hala hayatın en uzun öykülerinden biri. Televizyonda sürmüyor şimdilerde.
Ama sürüyor.
ASİ bitmeden bir tasa çötü
ASİseverlerin ruhuna. Bir dizi vesilesiyle müzik, mimari, tabiat sevgisi gibi
birçok ortak değeri birbirinden habersiz zaten çoktan benimsemiş ve sevmekte
olan onca kişi ruhlarının bu denli yakın olduğu ve henüz tanımadıkları
arkadaşlarına dizi bitince artık ulaşamayacakları, irtibat kuramayacakları
kaygısına düştü. Haklıydılar. Ben de kaygılananlardandım. Ben, ASİ dizisi sayesinde sadece usayken ile karşılaşmamış aynı zamanda artık kardeş bellediğim Yulia ve annemin doğduğu yerden hısım belki de akraba birisiyle daha karşılaşmıştım. Onun rumuzu Elif idi.

usayken, her konuda donanımlı, çok
iyi eğitimli bir arkadaştı. Elektronik de onun fakülteden dalıdır zaten. Dizi
bitimine yakın usayken bazı taleplerin odağı oldu bu yüzden. Ortak beğenilerimizin
kesiştiği, birbirinden habersiz kişilerken çiftlikten, mimarinin hasından, çiçekli,
allı güllü keten gömleklerden, tiril tiril uçuşan eteklerden, çağdaş Scarlett O’Haralar’dan,
tarımdan, ağaçtan, kuş ötüşünden, maydanoz tarlalarından haz alanlar
olduğumuzu artık iyiden iyiye bize belleten ASİ’nin bitiminden üzüntü duyarken, dünyanın
dört bir yanından kişiler olarak bu güzel arkadaşlığımızı nasıl
sürdürebileceğimiz tasasına düşmüştük.
Evet her birimiz dünyanın bir yerinde
olsak da, yalnızca bir dizinin sayfalarında
bir araya gelmiş, hala hiçbirini yüzyüze
görmemiş olsam, bazen bazıları ile telefonda konuşmak bile yetiyor olsa da herkesin ortak bir adreste buluşabilmesi en
büyük dilekti benim için de. usayken’e iş düşecekti bu durumda. Hoş onun ne
işten kaçtığı ne de kendisine yöneltilen bir isteği geri çevirdiğini ben hiç
görmemiştim o uzaklara gidene kadar. Yine aynını yaptı usayken. Bize bir sayfa
açtı kendi emeğiyle; asiesintiler.blogspot.com.

Dizi bittiğinden yazacak şeyler
kısıtlı olmaya başlamıştı. Yazdığım denemeleri yayınlamaya başladım asiesintiler’i
beslemek için. Kendi yayınladığım kendi yazılarım böylece ilk kez ASİ dizisinin severleri için dizi bittikten
sonra buluşma noktası olarak usayken’in oluşturduğu bir blogda çıktı.
asiesintiler’de epeyce çalışmamı yayınladıktan
sonra usayken bana www.acemidemirci.blogspot.com
adresli kendi rumuzumdan oluşan bir blog hazırlayıp hediye etti. Öyküye girişim
henüz ciddi anlamda olmamıştı. Çokça denemelerim vardı. Kimi öykümsüydü.
Bana hep yarışlara katılmamı
salık veren yakınlarımın iteklemesi, zorlaması ile katıldığım ilk yarışım, bir
öykü yarışmasıydı. Yarışın başvuru tarihine çok az kalmışken karar vermiştim
katılmaya. Yazılarımı gözden bile geçiremeden. Bir yarışa hazırlanmak ciddi bir
uğraşı. Gözden geçirmeler, çıktı almalar, özgeçmiş hazırlama…
Rumuzumun ACEMIDEMIRCI olduğu bu
yarışta, jürinin düzenlemesiyle Acemi
Demirci olarak ilk ödülümü aldım. ACEMIDEMIRCI,
bu yarıştan sonra Acemi Demirci olarak devam etti.

Aklıma roman yazacağım gelirdi.
Ama aklıma öykü yazacağım hiç gelmezdi. İnsanın yaşadığı şeylerin çoğu hiç aklına
gelmeyenler oluyor. Bu benim başıma birkaç kez geldi.
Şu an beş ödülüm var.
Birinciliklerim de var mansiyon birinciliklerim de. Bu ödüllere giden yol,
öykülerin gün ışığına çıkmasından geçen yol, her ne kadar ben ol git yazıyor
olsam da ASİ’dir.
ASİ’nin sayfalarından bazılarında
hala yayında olan yazışmalarımız sırasında hep şu soruya maruz kaldım “Siz gazeteci
ya da yazar mısınız?”. Daha sonra hem kendi blogumdaki hem yazdığım www.kadinhaberleri.com adresindeki
çalışmalarımdan haberdar olan arkadaşlarım bana şu soruyu sordu “Sen mi
yazıyorsun bu yazıları?”

Bu tepkiler benim açımdan, benim
bakışımdan alınabilecek en güzel tepkilerdir. Bir okur için okuyup da çok
etkilendiği hatta bazısını okuduktan sonra ağladığı bir öykünün, denemenin tüm
iletişimi yalnızca sabahları “Günaydın”, akşamları da çıkışta “İyi akşamlar” olduğu
biri tarafından yazılması çok şaşırtıcı geliyor. Çünkü öyküleri yazanlar pek
böyle kendi içlerindeki kişiler değil de gazete köşelerinde bir ad ve
resimden ibaret olarak algılanıyordu. Benim bir çalışan olmamın yanı sıra öyküler
yazıyor olmamın kanıksanması uzun sürmedi. Şimdi o soruların yerini beğeniler, okunan
bir öykünün izlenimleri, konuşmalar aldı.
Kitap bastırmak zorlu mu zorlu.
Hiç kolay değil. Belki herkese böyle gelmiyor olabilir; ama ben böyle olduğunu
yaşayarak görüyorum. Ülkemizde “abece’den sonra hiç kitap okumadım” diyen kişi
oranı yüzde otuz sekizmiş. Eğitim
ortalamamız ise dört buçuk yılmış. Roman okumaya göre daha az zaman alan,
konuyu unutturmadan anlatılanın zaten bittiği öykü okuru da dolayısıyla fazla
değil. Okuyanların haliyle eğilimlerine uygun kendi tercihleri var. Günün
şartları ve gizemlere meraklar doğrultusunda.
Tek başıma yazdım; ama yazın
öyküm, usayken de dahil hala yüz yüze görüşemediğimiz onca arkadaşla pekişti.
Yalnız kalmadım. İlk ödülümün müjdesini ailemden önce yazın ailem diyebileceğim ASİ sayfasından yüreğimin baş köşesine oturmuş
arkadaşlarım arasındaki naile’ye verdim. Öyle sıkı bir dostluk geliştirmişiz ki
meğer kültürel kavramlarla dolu bir dizideki çiftlik evinin gölgesinde, kimileyin
büyük üzüntüler yaşayan arkadaşlarımın kederi benim satırlarımda ağladı. CEYHAN’a
ithafen yazdığım “Gelincik yalnızlığı” gibi.
8 Şubat 2014 tarihinde, biraz
aksamayla saat 22:00’den sonra ilk radyo söyleşimi yaptım. Radyo 1959’da. Bu
yayın, edebiyat söyleşileri olarak sürecek. Gönül sıkça yapılmasını istese de
iş, ev, yazmak, hasta aile büyüklerinden kalan zamanda gerçekleşecek.
ASİ dizisi, gerçek bir hayat
öyküsünden yola çıkmıştı. Gerçek bir öykücülük öyküsünü de ASİ’nin bereketli
suları suladı.
Not: Asi dizisine ait resimler dışındaki tüm fotoğraflar yalnızca kendi çektiğim resimlerdir ve kaynak gösterilmeden hiçbir yerde yayınlanamaz, izinsiz olarak kullanılamazlar.
(Her hakkı saklıdır)
Acemi Demirci, 10.02.2014, 14:36
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder