3 Kasım 2012 Cumartesi

Asi mayası çalmak


Asi mayası çalmak
Ben, Nasreddin Hoca’nın kaşığıyla çalınır bilirdim o maya. Göle yoğurt mayası çalıp, koca gölü yoğurda çevirmek olsa olsa bir Nasreddin Hoca fıkrasıdır sanırdım.
Değilmiş. Anladım. Birkaç sene oluyor.

Her maya, gölü yoğurdu çevirmek için çalınmaz. Her şeyin mayası başka başkadır. Yoğurt mayası en bilindik maya olsa da ekmek mayası gibi bir maya daha varmış. Nasıl doyurucu, nasıl besleyici. Her yere aynı anda çalınan bir maya. Bir şehirde günken bir şehirde gece olsa da fark etmez; tam o anda çalınan bir maya. Hem de müzik çalarak çalınan bir maya.  Her kentte her kıtada her bu mayaya hasret gönülde  hiç ikiletmeden tutan maya.

Mayanın  çalınması, bir şarkının çalmasıyla başladı. Bir nota duyduk. Nota. Müzik kokan. Derinden. “Gel de kulak verme” dedirten. Ardından bir nota daha.  Sonra bir yenisi.  “Nasıl bir müzik bu böyle” deyip başlarımız notanın geldiği yöne döndü, ekrana çevrildi haberleri izlemeyi beklerken. Haberleri izlemeyi beklerken yakında başlayacak bir diziden haberimiz oldu. Haberi filan unuttum ben o anda.
Hep diziler vardı oysa televizyonda o güne dek. En görkemli evlerde, varaklı dekorlarda, ışıltılı salonlarda, şıkır şıkır giysiler içinde. Bizim bir nota ile başımızı çevirdiğimiz tanıtım, lastik çizmeler giymiş, asırlık bir çiftlikte okumuşluğu yazmışlığından önce çiftçiliği gelen bir kız ve ailesini gösteriyordu. Mısır koçanlarının arasında gezinen bir kız gördüm ilk. Çiftçi ruhum depreşti.
Geniş bir aileydi asırlık çiftlik evindekiler. Ben çok severim, giderek küçülen aileler olmakta olduğumuz şu sıralarda kıymetini daha bir anladığım, çocukluğumda hep içinde olduğum gibi geniş aileleri.

Dede de vardı ailede; kardeşler de. Kahya da vardı; kahyanın karısı Fatma Anne derler bir ellerinden dolma yenilesi kadın da. Yemeğin en zorunun piştiği, tefriş salonlarını andırmayan bir mutfağı vardı ki pişen her yemeğin kokusunu duyar gibi olurdum.  Her şeyin vaktiyle alınıp oraya, raflara konulduğu ve sofraya kim bilir kaç senedir gelip gitmekte olduğu, kullanılmışlığı apaçık ortada eşyalarla dolu bir mutfağı vardı. Bakır kaplı kacaklı.

Hepsi birbirine benzeyen herhangi bir salondaki koca televizyona gözlerini kırpmadan bakarak birbiriyle hiç konuşmadan bir dizi, o bitince bir dizi daha, sonra bir yarışma izleyen bir aile değildi o asırlık çiftlik evindekiler. Yer karoları en güzelinden desenlerle bezenmiş bir genç kız odasında eski bir karyolanın pirinç başlığına dayanıp oturan,  ortancanın ya da en küçük kız kardeşin ablalarının kendi aralarında fısır fısır neler konuştuğunu öğrenebilmek için türlü şaklabanlık yaptığı;  ama her defasında kendi odalarına savuşturulduğu çiftlik gecelerindeki içli kız kardeş dertleşmelerini sevdik. Yürekten konuşmaları nasıl da özlediğimizi gördük, giderek tek kalmaya alıştığımız koca metropol yaşantısı içinde. Biz konuşmuş gibi olduk onlar bloksuz bir hayatın içinde konuşurken yüksek bloklardaki evlerimizde. Artık her biri hayli uzak yerlerdeki yakınlarımızın uzaklıklarını her gün daha bir duyumsarken hala aynı çatı altında, aynı küçük bir kentte birbirine bu kadar yakın olabilmiş kardeşliğin yanında bir de sırdaş, arkadaş olan kardeşliği sevdik.
Lameler, ruganlar, şık tuvaletler ne gezer çiftlikte. Has deriden, gönden çizmeler, tarla sulamasında giyilen lastik çizmeler, rüzgarda isyan eden ASİ saçları derleyip toplamak için oyalı yemeniler vardı üstte başta.

Bunlar çok önemliydi. Çünkü zaten bunlar vardı Anadolu’da. Bir çiftlikte. Kırlık yerlerde.  Her şey olması gerektiği gibiydi neredeyse. Gösterişsiz; ama o ne görkem, doğal, gerçeklik duygusunu okşayan. Olması gerektiği gibi olmak bazen en zoru. Ama bu zor,  orada kolaylıkla oluvermişti.

Tarlalar yakaladı beni, ilk notada. Reyhanlı yakınlarında olduğunu ve F  ra nsızlar tarafından yapıldığını duyduğum taş duvarlı, çiftlik evi mimarili o ev yakaladı. Çiftlik evine özgü mimarisiyle, ahırıyla, traktörüyle, kazıyla, ördeğiyle, tavuğuyla ve yağız atıyla o çiftlik evi yakaladı.

O çiftlik evinde çiftçilikleri, okumuşluklarının önüne geçmiş bir baba kız vardı. Kırılgan duruşlu, kırık gülüşlü bir kızkardeş vardı. Kanmış, kandırılmış bir ortanca kız kardeş daha. Bir de tekme kazıntısı, tam evin küçüğü olmanın hakkını veren en küçük kız kardeş vardı. Eklinde gitarıyla.

Ve elbette tertemiz bir sevda. Öznesi sadece iki kişilik. Demirden, çelikten. Ama bazen de camdan. Cam dedikse kırılmaz; ama kırılacakmış gibi görünür.
Doğanın en görkemlisi, mimarinin hangisine bakılacağı şaşırtanı, kültürün çeşit çeşidi, yemeğin otlusu, etlisi, sıcağı, soğuğu; ama ille de Hatay mutfağı olanı oradaydı.

Tiril tiril giysiler, moda dergisindekilere hiç benzemiyordu. Basmadan, pazenden ketenden. Çiçekli hem de. Uçuşuveren. Bir çiftlik kızı, moda dergisindekiler gibi giyinmez.  Saçlara maşanın nasıl da yakıştığını gördük her defasında. Gön çantanın çapraz takılanını.

Mobilyanın masifi, lde oymalısıydı oradakiler.  Eskisi. O kadar eskisi ki kimbilir kaç kez cilalanmış bir marangoz atölyesinde. Kaç kez tamir görmüş kırılan kapağı, kilidi, kolçağı. Yaşanmışlık sinmiş üstlerine. Şimdiki kuşak, onların üstüne otururken “Bu topraklar 300 yıldır bizim” derken, babalarının, dedelerinin oturduğu koltukta oturarak diyordu belki de bunu. Bu bence hayatın en büyük lüksü. Bunu diyebilecek kaç kişi var ki? Onlar diyenlerdendi.

Babalarının,  dedelerinin ektiği, biçtiği, doyduğu, suladığı topraklarda aynı eller değilse bile aynı aileden eller hasat yapıyordu. Bazen hasat için yağmur duaları da yapılıyordu. Bir çiftlik ve çiftçilik  temalı dizide yağmur duası olmazsa olmaz. Hayatta yağmur duası hep oluyorsa, dizide olmazsa hayatın bir yönü eksik kalır.
Sabun şenlikleri de eksik kalmamıştı dizimizde. Orada bu şenlikler yapılıyorsa dizide de olacaktı. Oldu da zaten Hatay hayatının içinde hep olduğu gibi.

Maya buydu işte. Doğallık, kültür, aile bağları, tiril tiril giysiler ki çiçekli basmadan. Lastik çizmeler.

O maya öyle bir tutmuş ki seyirci gölünde, öyle böyle değil. Değil göl, denizler, okyanuslar aşıp mayalamış kimleri kimleri. Birbirini hiç tanımayan, bir havaalanında, tren garında, otobüs terminalinde bile karşılaşma ihtimalleri olamayan insanları. Hepsinin adları ayrı, işleri ayrı, zevkleri ayrı insanları. O ayrılıklar bir kısacık kelimede mayalanmış. ASİ. Önce bir ters akan nehir sonra bir göl sonra bir derya olmuş Asi mayası çalınmış her yer.”
Acemi Demirci, 11.06.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder