3 Kasım 2012 Cumartesi

Bir akşam birden çıkıverdi karşımıza

Bir akşam birden çıkıverdi karşımıza
Uzun saçları dümdüz fönlü, beli düşük, kumaşını taşlayan körpecik ciğerler iflah olmaz hastalıklar kapmış daracık kotun üstüne beyaz penye giymiş, ayağında moda olandan spor ayakkabı taşıyan kızlar olurdu bizim caddelerimizde, sokaklarımızda. Bazıları giyimi çok sever, markalı gözlükleri ve çantalarıyla da gözükürlerdi, vitrinlere uzun uzun bakarken. Neredeyse tek tarz vardı bizim bildiğimiz büyük şehirlerdeki hayatta, giyimde; o da buydu.

Toprakla işleri olmazdı şehirde büyüyen gençlerin, genç kızların. Kumla belki yazdan yaza buluşurdu ayakları. Denize girerken.

Eller bakımlı olacak şehirliysen. Nasır filan olmayacak o pamuk ellerde. Aman Allah, nasır mı, yara bere mi ellerde; o da ne. Koca bir korkulu rüya. Çiftlik kızlarında olursa olur öyle şeyler ancak. Hani köylerde filan. Alışılmış şehir, metropol düzeninde elde nasır, avuçta yara ne gezer. Ama dar ayakkabılar yüzünde ayaklar sıkça muzdariptir nasırdan. O da ne can yakıcıdır. Uğruna şiir bile yazılmıştır vaktinde Orhan Veli tarafından.

Ağaçlar mı? Ağaçlar sorulur mu hiç, anaokulu, okul servislerinde büyümüş, kırları çizgi filmlerde görmüş, dereye hiç düşmemiş bir kent kızına. Bilmeyecek ne var bu soruyu. Onlar sadece bulvarları süsler. Refüjlerin belli aralıklarla dizilmiş yapraklı şenlikleridir. Eski caddelerde çapı en geniş olanları bulunur. Eski cadde kadar yaşlı olduklarından. Bir de Kuğulu Park’ta vardır ulu ağaçlar.

Ağaçlar, üzerine âşıkların isimlerinin baş harflerinin yazılması için dikilmiş olmalılar şehirlerde. Çünkü kimsenin su vermediği, dibini çapalayıp bellemediği, yazın altını açıp çukurlaştırıp yağış mevsiminde su tutmasını sağlamadığı kışa doğru da soğuktan korumak için çukuru iyice toprakla kapatmadığı ağaçlar başka ne amaçla dikilmiş olabilir ki şehrin göbeğine. Ha bir de “ağaç, havanın oksijen oranını arttırırmış, havayı temizlermiş” bilincine gelenlerin de giderek arttığı şehirlerde kimse kolay kolay bir ağacın ne ağacı olduğuna dikkat etmez. Bilmez de zaten. Ama arabanın hangi model olduğu asla gözden kaçmaz.

Evlerde balkon varsa hava alınır. Alınan hava egzoz kokar, kömür kokar. Kirlidir.
Pencerelerden, balkonlardan yandaki blokla arada kalan boşluktan koca gökyüzünün küçücük bir parçası gözükür. Belki bazen birkaç yıldız da görülebilir geceleri koskoca galakside yüzen. Ay, ne zaman dönüp dolanıp yan blokla arada kalan küçük boşluktan gözükebilen gök parçasına gelirse o vakit görülür. Ay, gezentidir. Yıldızlar sabit.

Mısır koçanları olsa olsa pazar tezgâhlarında, manavlarda ya da marketlerde bulunur. Başka renkte, kokuda tatta başka meyvelerle, sebzelerle yan yanadır oralarda. O sebzelerin, meyvelerin hiçbiriyle de hemşeri değildir. Yan yana dursalar da hiçbiri yan yana yetişmemiştir. Birbirine uzak tarlalarda, ırak topraklarda, farklı iklimlerde yetişmişler; kamyonlara yüklenip getirildikleri şehrin marketlerinde  yan yana dizilmişlerdir.

Doğanın sunduğu tüm renklerin bir arada yalnızca marketlerde görülebildiği, ağacın yalnızca caddelere gölge ettiği, çatılarda sadece güvercin, kumru, saksağan ve serçenin tünediği şehir hayatına ne güzel kaptırmış gidiyorduk.  Koşuşturmacayla, teknoloji deryası içinde, doğasız.

Televizyonları “Ah bir belgesel bulsam da akarsu, orman, dağ, tepe, yamaç, bayır, kuş türleri, dere kenarı, göldeki sazlıkta yüzen ördekleri görsem” diye açıyorduk.
Bir gün yine öyle düşünerek açtık televizyonları. İşten henüz gelmiştik. Bir küçük ofisten bir küçük eve. Doğaya açılan bir pencere olmayan kalabalık, yorgun bir mahallenin göbeğindeki,  araba park sorununun had safhayı aşıp çözümsüz hale geldiği bir sokaktaki küçücük eve.

Televizyonu açtık; öyle bir pencere açıldı ki birden. Bir ovaya. Bir tarlaya. Mısırlarla dolu. Bir çiftliğe. Taştan örülmüş duvarları. Avlulu. Sade. Görkemi de zaten orada. Bir güney şehrine. Hatay’a.

Yolumuz Hatay’a çıktı televizyonun düğmesine basınca. Asfaltsız yollara. Tozlu topraklı yollara. Ankara’nın atkestaneli caddelerinin tam tersine bir çiftlik yoluna. Atkestaneleri de çok güzeldir. Hele Haziran’da çiçek açtıklarında. Koca birer çan gibi çiçeklerini kuşandıklarında. Kimi beyazdır. Pembe olanları da vardır.

Çiftliğin kapısından düşünmeden girdik. Oysa bizden önce o kapıdan içeri neler girmemiş neler. Sevgiler, öfkeler, kinler, gizli düşmanlıklar. Çiftlikte neler barınmamış neler. Sırrı bile varmış çiftliğin sırra kadem basıp giden bir genç kızın beraberinde götürdüğü. Oysa sadece tavuklar, ağaçların püfür püfür esen rüzgârda oynaşan narin yaprakları, taş duvarların ardındaki odaların yerel tarzda döşenmişliği, mutfağın onca insanı doyuran lezzetli, zahmetli yemekleri bile büyülemişti bizi daha ilkten. Bir de ardından buruk öyküler, fırtınada başlayıp melteme çeviren erdemli sevda ile tanışınca hepten o çiftlikten olduk. Çiftlik sahipleri bile bilmez biz o çiftliği de içindekileri de, içindekilerin öykülerini de nasıl içselleştirdik.

Kızları da vardı çiftliğin; sonradan olma oğlu da. Sahibi de, karısı da. Ağa dedesi de. Ama ille de o çiftlikte, birlikte  güzeldi hepsi. Tarlaların yamacında. Hatay güneşiyle aydınlanan günün altında.

Metropolün göbeğinde, çoğumuzun belki içinden çıkıp geldiği ya da yakınlarının çiftliklerinde gördüğü hayatı bir gün iş dönüşü televizyonu açınca yeniden görüverdik. Çocukluğumda teyzemlerin kirazlık, beyaz kirazlık, elmalık, vişnelik, şeftalilik, yoncalık ve fiğ tarlasından oluşan çiftliğini zaten hiç unutamamışken çıkıverdi karşıma. En ilk gördüğümüz sadece bir çiftlikti. O çiftliğe giden uzun ve gölgeli bir yoldu.

Öyle bir çiftlik yolu ki sanki bir rüya yolu. Palmiyelerin gölgesinde. Çiftlik kadar eski olmalı o palmiyeler de. Bir asırlık olmasa da bir asra birkaç on senesi kalmış bir çiftlik ve onun hep yürünesi yolları. O yollara girdik. O yollarda yürüdük. O yollarda yürüyenlerle yürüdük, koşanla koştuk, gülenle güldük, ağlayanla ağladık. O yollarda yürüyenlerin kimisi yoruldu teker teker; yarı yolda kaldı. Biz hala yollardayız. Hatay baharında, kurak yazında, esintili güzünde hatta kışında.
Acemi Demirci, 12.09.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder