Asi mayası çalmak
Ben, Nasreddin Hoca’nın kaşığıyla
çalınır bilirdim o maya. Göle yoğurt mayası çalıp, koca gölü yoğurda çevirmek
olsa olsa bir Nasreddin Hoca fıkrasıdır sanırdım.
Değilmiş. Anladım. Birkaç sene oluyor.
Her maya, gölü yoğurdu çevirmek için
çalınmaz. Her şeyin mayası başka başkadır. Yoğurt mayası en bilindik maya olsa
da ekmek mayası gibi bir maya daha varmış. Nasıl doyurucu, nasıl besleyici. Her
yere aynı anda çalınan bir maya. Bir şehirde günken bir şehirde gece olsa da
fark etmez; tam o anda çalınan bir maya. Hem de müzik çalarak çalınan bir
maya. Her kentte her kıtada her bu
mayaya hasret gönülde hiç ikiletmeden
tutan maya.
Mayanın
çalınması, bir şarkının çalmasıyla başladı. Bir nota duyduk. Nota. Müzik
kokan. Derinden. “Gel de kulak verme” dedirten. Ardından bir nota daha. Sonra bir yenisi. “Nasıl bir müzik bu böyle” deyip başlarımız
notanın geldiği yöne döndü, ekrana çevrildi haberleri izlemeyi beklerken.
Haberleri izlemeyi beklerken yakında başlayacak bir diziden haberimiz oldu.
Haberi filan unuttum ben o anda.
Hep diziler vardı oysa televizyonda o
güne dek. En görkemli evlerde, varaklı dekorlarda, ışıltılı salonlarda, şıkır
şıkır giysiler içinde. Bizim bir nota ile başımızı çevirdiğimiz tanıtım, lastik
çizmeler giymiş, asırlık bir çiftlikte okumuşluğu yazmışlığından önce
çiftçiliği gelen bir kız ve ailesini gösteriyordu. Mısır koçanlarının arasında
gezinen bir kız gördüm ilk. Çiftçi ruhum depreşti.
Geniş bir aileydi asırlık çiftlik
evindekiler. Ben çok severim, giderek küçülen aileler olmakta olduğumuz şu
sıralarda kıymetini daha bir anladığım, çocukluğumda hep içinde olduğum gibi
geniş aileleri.
Dede de vardı ailede; kardeşler de.
Kahya da vardı; kahyanın karısı Fatma Anne derler bir ellerinden dolma yenilesi
kadın da. Yemeğin en zorunun piştiği, tefriş salonlarını andırmayan bir mutfağı
vardı ki pişen her yemeğin kokusunu duyar gibi olurdum. Her şeyin vaktiyle alınıp oraya, raflara
konulduğu ve sofraya kim bilir kaç senedir gelip gitmekte olduğu,
kullanılmışlığı apaçık ortada eşyalarla dolu bir mutfağı vardı. Bakır kaplı
kacaklı.
Hepsi birbirine benzeyen herhangi bir
salondaki koca televizyona gözlerini kırpmadan bakarak birbiriyle hiç
konuşmadan bir dizi, o bitince bir dizi daha, sonra bir yarışma izleyen bir
aile değildi o asırlık çiftlik evindekiler. Yer karoları en güzelinden desenlerle
bezenmiş bir genç kız odasında eski bir karyolanın pirinç başlığına dayanıp
oturan, ortancanın ya da en küçük kız kardeşin
ablalarının kendi aralarında fısır fısır neler konuştuğunu öğrenebilmek için
türlü şaklabanlık yaptığı; ama her
defasında kendi odalarına savuşturulduğu çiftlik gecelerindeki içli kız kardeş
dertleşmelerini sevdik. Yürekten konuşmaları nasıl da özlediğimizi gördük,
giderek tek kalmaya alıştığımız koca metropol yaşantısı içinde. Biz konuşmuş
gibi olduk onlar bloksuz bir hayatın içinde konuşurken yüksek bloklardaki
evlerimizde. Artık her biri hayli uzak yerlerdeki yakınlarımızın uzaklıklarını
her gün daha bir duyumsarken hala aynı çatı altında, aynı küçük bir kentte
birbirine bu kadar yakın olabilmiş kardeşliğin yanında bir de sırdaş, arkadaş
olan kardeşliği sevdik.
Lameler, ruganlar, şık tuvaletler ne
gezer çiftlikte. Has deriden, gönden çizmeler, tarla sulamasında giyilen lastik
çizmeler, rüzgarda isyan eden ASİ saçları derleyip toplamak için oyalı
yemeniler vardı üstte başta.
Bunlar çok önemliydi. Çünkü zaten bunlar
vardı Anadolu’da. Bir çiftlikte. Kırlık yerlerde. Her şey olması gerektiği gibiydi neredeyse.
Gösterişsiz; ama o ne görkem, doğal, gerçeklik duygusunu okşayan. Olması
gerektiği gibi olmak bazen en zoru. Ama bu zor,
orada kolaylıkla oluvermişti.
Tarlalar yakaladı beni, ilk notada.
Reyhanlı yakınlarında olduğunu ve F ra
nsızlar tarafından yapıldığını duyduğum taş duvarlı, çiftlik evi mimarili o ev
yakaladı. Çiftlik evine özgü mimarisiyle, ahırıyla, traktörüyle, kazıyla,
ördeğiyle, tavuğuyla ve yağız atıyla o çiftlik evi yakaladı.
O çiftlik evinde çiftçilikleri,
okumuşluklarının önüne geçmiş bir baba kız vardı. Kırılgan duruşlu, kırık
gülüşlü bir kızkardeş vardı. Kanmış, kandırılmış bir ortanca kız kardeş daha. Bir
de tekme kazıntısı, tam evin küçüğü olmanın hakkını veren en küçük kız kardeş
vardı. Eklinde gitarıyla.
Ve elbette tertemiz bir sevda. Öznesi
sadece iki kişilik. Demirden, çelikten. Ama bazen de camdan. Cam dedikse
kırılmaz; ama kırılacakmış gibi görünür.
Doğanın en görkemlisi, mimarinin
hangisine bakılacağı şaşırtanı, kültürün çeşit çeşidi, yemeğin otlusu, etlisi,
sıcağı, soğuğu; ama ille de Hatay mutfağı olanı oradaydı.
Tiril tiril giysiler, moda
dergisindekilere hiç benzemiyordu. Basmadan, pazenden ketenden. Çiçekli hem de.
Uçuşuveren. Bir çiftlik kızı, moda dergisindekiler gibi giyinmez. Saçlara maşanın nasıl da yakıştığını gördük
her defasında. Gön çantanın çapraz takılanını.
Mobilyanın masifi, lde oymalısıydı
oradakiler. Eskisi. O kadar eskisi ki kimbilir
kaç kez cilalanmış bir marangoz atölyesinde. Kaç kez tamir görmüş kırılan
kapağı, kilidi, kolçağı. Yaşanmışlık sinmiş üstlerine. Şimdiki kuşak, onların
üstüne otururken “Bu topraklar 300 yıldır bizim” derken, babalarının,
dedelerinin oturduğu koltukta oturarak diyordu belki de bunu. Bu bence hayatın
en büyük lüksü. Bunu diyebilecek kaç kişi var ki? Onlar diyenlerdendi.
Babalarının, dedelerinin ektiği, biçtiği, doyduğu,
suladığı topraklarda aynı eller değilse bile aynı aileden eller hasat yapıyordu.
Bazen hasat için yağmur duaları da yapılıyordu. Bir çiftlik ve çiftçilik temalı dizide yağmur duası olmazsa olmaz.
Hayatta yağmur duası hep oluyorsa, dizide olmazsa hayatın bir yönü eksik kalır.
Sabun şenlikleri de eksik kalmamıştı
dizimizde. Orada bu şenlikler yapılıyorsa dizide de olacaktı. Oldu da zaten
Hatay hayatının içinde hep olduğu gibi.
Maya buydu işte. Doğallık, kültür, aile
bağları, tiril tiril giysiler ki çiçekli basmadan. Lastik çizmeler.
O maya öyle bir tutmuş ki seyirci
gölünde, öyle böyle değil. Değil göl, denizler, okyanuslar aşıp mayalamış
kimleri kimleri. Birbirini hiç tanımayan, bir havaalanında, tren garında,
otobüs terminalinde bile karşılaşma ihtimalleri olamayan insanları. Hepsinin
adları ayrı, işleri ayrı, zevkleri ayrı insanları. O ayrılıklar bir kısacık
kelimede mayalanmış. ASİ. Önce bir ters akan nehir sonra bir göl sonra bir
derya olmuş Asi mayası çalınmış her yer.”
Acemi Demirci, 11.06.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder