Uzun saçları dümdüz fönlü, beli düşük,
kumaşını taşlayan körpecik ciğerler iflah olmaz hastalıklar kapmış daracık
kotun üstüne beyaz penye giymiş, ayağında moda olandan spor ayakkabı taşıyan
kızlar olurdu bizim caddelerimizde, sokaklarımızda. Bazıları giyimi çok sever,
markalı gözlükleri ve çantalarıyla da gözükürlerdi, vitrinlere uzun uzun
bakarken. Neredeyse tek tarz vardı bizim bildiğimiz büyük şehirlerdeki hayatta,
giyimde; o da buydu.
Toprakla işleri olmazdı şehirde büyüyen
gençlerin, genç kızların. Kumla belki yazdan yaza buluşurdu ayakları. Denize
girerken.
Eller bakımlı olacak şehirliysen. Nasır
filan olmayacak o pamuk ellerde. Aman Allah, nasır mı, yara bere mi ellerde; o
da ne. Koca bir korkulu rüya. Çiftlik kızlarında olursa olur öyle şeyler ancak.
Hani köylerde filan. Alışılmış şehir, metropol düzeninde elde nasır, avuçta
yara ne gezer. Ama dar ayakkabılar yüzünde ayaklar sıkça muzdariptir nasırdan.
O da ne can yakıcıdır. Uğruna şiir bile yazılmıştır vaktinde Orhan Veli
tarafından.
Ağaçlar mı? Ağaçlar sorulur mu hiç,
anaokulu, okul servislerinde büyümüş, kırları çizgi filmlerde görmüş, dereye
hiç düşmemiş bir kent kızına. Bilmeyecek ne var bu soruyu. Onlar sadece
bulvarları süsler. Refüjlerin belli aralıklarla dizilmiş yapraklı
şenlikleridir. Eski caddelerde çapı en geniş olanları bulunur. Eski cadde kadar
yaşlı olduklarından. Bir de Kuğulu Park’ta vardır ulu ağaçlar.
Ağaçlar, üzerine âşıkların isimlerinin
baş harflerinin yazılması için dikilmiş olmalılar şehirlerde. Çünkü kimsenin su
vermediği, dibini çapalayıp bellemediği, yazın altını açıp çukurlaştırıp yağış
mevsiminde su tutmasını sağlamadığı kışa doğru da soğuktan korumak için çukuru
iyice toprakla kapatmadığı ağaçlar başka ne amaçla dikilmiş olabilir ki şehrin
göbeğine. Ha bir de “ağaç, havanın oksijen oranını arttırırmış, havayı
temizlermiş” bilincine gelenlerin de giderek arttığı şehirlerde kimse kolay
kolay bir ağacın ne ağacı olduğuna dikkat etmez. Bilmez de zaten. Ama arabanın
hangi model olduğu asla gözden kaçmaz.
Evlerde balkon varsa hava alınır. Alınan
hava egzoz kokar, kömür kokar. Kirlidir.
Pencerelerden, balkonlardan yandaki
blokla arada kalan boşluktan koca gökyüzünün küçücük bir parçası gözükür. Belki
bazen birkaç yıldız da görülebilir geceleri koskoca galakside yüzen. Ay, ne
zaman dönüp dolanıp yan blokla arada kalan küçük boşluktan gözükebilen gök
parçasına gelirse o vakit görülür. Ay, gezentidir. Yıldızlar sabit.
Mısır koçanları olsa olsa pazar
tezgâhlarında, manavlarda ya da marketlerde bulunur. Başka renkte, kokuda tatta
başka meyvelerle, sebzelerle yan yanadır oralarda. O sebzelerin, meyvelerin
hiçbiriyle de hemşeri değildir. Yan yana dursalar da hiçbiri yan yana
yetişmemiştir. Birbirine uzak tarlalarda, ırak topraklarda, farklı iklimlerde
yetişmişler; kamyonlara yüklenip getirildikleri şehrin marketlerinde yan yana dizilmişlerdir.
Doğanın sunduğu tüm renklerin bir arada
yalnızca marketlerde görülebildiği, ağacın yalnızca caddelere gölge ettiği,
çatılarda sadece güvercin, kumru, saksağan ve serçenin tünediği şehir hayatına
ne güzel kaptırmış gidiyorduk.
Koşuşturmacayla, teknoloji deryası içinde, doğasız.
Televizyonları “Ah bir belgesel bulsam
da akarsu, orman, dağ, tepe, yamaç, bayır, kuş türleri, dere kenarı, göldeki
sazlıkta yüzen ördekleri görsem” diye açıyorduk.
Bir gün yine öyle düşünerek açtık
televizyonları. İşten henüz gelmiştik. Bir küçük ofisten bir küçük eve. Doğaya
açılan bir pencere olmayan kalabalık, yorgun bir mahallenin göbeğindeki, araba park sorununun had safhayı aşıp
çözümsüz hale geldiği bir sokaktaki küçücük eve.
Televizyonu açtık; öyle bir pencere
açıldı ki birden. Bir ovaya. Bir tarlaya. Mısırlarla dolu. Bir çiftliğe. Taştan
örülmüş duvarları. Avlulu. Sade. Görkemi de zaten orada. Bir güney şehrine.
Hatay’a.
Yolumuz Hatay’a çıktı televizyonun
düğmesine basınca. Asfaltsız yollara. Tozlu topraklı yollara. Ankara’nın
atkestaneli caddelerinin tam tersine bir çiftlik yoluna. Atkestaneleri de çok
güzeldir. Hele Haziran’da çiçek açtıklarında. Koca birer çan gibi çiçeklerini
kuşandıklarında. Kimi beyazdır. Pembe olanları da vardır.
Çiftliğin kapısından düşünmeden girdik.
Oysa bizden önce o kapıdan içeri neler girmemiş neler. Sevgiler, öfkeler,
kinler, gizli düşmanlıklar. Çiftlikte neler barınmamış neler. Sırrı bile varmış
çiftliğin sırra kadem basıp giden bir genç kızın beraberinde götürdüğü. Oysa
sadece tavuklar, ağaçların püfür püfür esen rüzgârda oynaşan narin yaprakları,
taş duvarların ardındaki odaların yerel tarzda döşenmişliği, mutfağın onca
insanı doyuran lezzetli, zahmetli yemekleri bile büyülemişti bizi daha ilkten.
Bir de ardından buruk öyküler, fırtınada başlayıp melteme çeviren erdemli sevda
ile tanışınca hepten o çiftlikten olduk. Çiftlik sahipleri bile bilmez biz o
çiftliği de içindekileri de, içindekilerin öykülerini de nasıl içselleştirdik.
Kızları da vardı çiftliğin; sonradan
olma oğlu da. Sahibi de, karısı da. Ağa dedesi de. Ama ille de o çiftlikte,
birlikte güzeldi hepsi. Tarlaların
yamacında. Hatay güneşiyle aydınlanan günün altında.
Metropolün göbeğinde, çoğumuzun belki
içinden çıkıp geldiği ya da yakınlarının çiftliklerinde gördüğü hayatı bir gün
iş dönüşü televizyonu açınca yeniden görüverdik. Çocukluğumda teyzemlerin
kirazlık, beyaz kirazlık, elmalık, vişnelik, şeftalilik, yoncalık ve fiğ
tarlasından oluşan çiftliğini zaten hiç unutamamışken çıkıverdi karşıma. En ilk
gördüğümüz sadece bir çiftlikti. O çiftliğe giden uzun ve gölgeli bir yoldu.
Öyle bir çiftlik yolu ki sanki bir rüya
yolu. Palmiyelerin gölgesinde. Çiftlik kadar eski olmalı o palmiyeler de. Bir
asırlık olmasa da bir asra birkaç on senesi kalmış bir çiftlik ve onun hep
yürünesi yolları. O yollara girdik. O yollarda yürüdük. O yollarda yürüyenlerle
yürüdük, koşanla koştuk, gülenle güldük, ağlayanla ağladık. O yollarda
yürüyenlerin kimisi yoruldu teker teker; yarı yolda kaldı. Biz hala
yollardayız. Hatay baharında, kurak yazında, esintili güzünde hatta kışında.
Acemi Demirci, 12.09.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder