“Sen gözlerimde bir renk; kulaklarında
bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın" der bir şarkı...
Birkaç hafta önceydi.
Karşı odadaki arkadaşım çağırması üzerine
oraya geçtim. Oda doluydu. Bir gümüşçü gelmişti ve herkes gümüş yüzüklerin,
küpelerin başına üşüşmüştü. Gümüşü sevdiğimi bilir arkadaşım. Ben de bakayım
istemişti arkadaşım o yüzden.
Yakutlu, akuamarinli, mercanlı, incili,
zümrütlü, kaplan gözlü, kehribarlı, akikli yüzükleri tek tek inceliyorduk. Çok
kaptırmıştım kendimi gümüş pırıltısında yüzen taşlara. Çok tanıdık bir müzik
geldi kulağıma birden.
Sadece birkaç nota. Tüylerimizi ürperten
o beste. Asi çanların çaldığı müzik. Asi sevdanın; nefrete asi başkaldırışın;
sevginin önünde uysalca eğilişin müziği.
Hemen arkama döndüm. Sandım ki Hatay
Ovası uzanıyor ardımda. Bir çiftlik evine giden yol uzanıyor palmiyelerle
gölgelenmiş.
Çiftliğin taş duvarlı bahçe kapısından
girince tavuklar kaçışacak ayaklarımın
arasından. Aslan, sert bakışlarıyla çıkıverecek hiç umulmadık bir delikten.
Belki burnundan soluyacak.
Neriman balkondan aceleyle İhsan Bey’e
seslenecek. İhsan Bey giderayak kendisini oyalayan Neriman’a yılgın ve usanç
dolu bir bakış fırlatacak. Neriman istediğini bulamamış bir yüz ifadesiyle geri
çekilirken lastik çizmeli kızını görecek tarladan dönen. Hemen ona laf
yetiştirecek çamurlu çizmeleriyle içeri dalmaması için. Asi onu duymayacak
bile. Salonun ortasına kadar gelecek lastik çizmelerinden çamur döke döke.
Odasının duvarının dibinde gön
çizmeleriyle kırılgan duruşlu, kırık gülüşlü Defne, Kerim’e gizlice mesaj
atacak. İçli Melek, çiftliklerinin balkonunda teyzesiyle oturuyor olacak.
Demir, çelik gibi soğuk bakışlarının ardına gizleyecek ne derin bir sevda
çektiğini. Ökkeş her zamanki gibi sadık ve saygılı haliyle bir köşede bir işin
ucundan tutuyor olacak.
Fatma Anne, mutfakta Hatay yemekleri
yapıyor olacak harıl harıl. Pişirdiği içli köftelerden, böreklerden aşırmak
isteyenlerin ellerine şap diye vuracak kaşlarını çatarak.
Cemal Ağa’nın otomobili duracak Kozcular
çiftliğinde. Bastonuna yaslanarak inecek ağa. Başını sallaya sallaya. Kısık
gözleriyle derinden hesaplar yaparak. Gülerek de aynı zamanda.
Artık giderek İhsan’laşan Ziya,
tarlaların başında sulama motorunun arızasını gidermeye çalışacak. Ziya, ikinci
bir İhsan Bey olma yolundayken evin küçük kızının çaldığı gitarın sesi odadan
dışarı taşacak; Dalları bastı kiraz…
Dönüp baktığımda alt katlardan bir
arkadaşı gördüm. Çalan cep telefonuna cevap veriyordu. Sadece “Asi’nin müziği”
diyebildim. “Evet” dedi. Gözlerinde nasıl bir değişim olduğunu gördüm o eveti
duyarken. Bir şeyler çaktı, söndü, parladı göz bebeklerinde. Belli ki aynı
izlenimleri edinmiş; aynı etkileşime kapılıp asisever olarak kalmıştı tıpkı
bizler gibi. Belki buradan birisiydi. İçimizden biriydi.
Bunu soramadım. Ne de olsa burası bir
işyeri. Bir insanı tanıdığınızı sansanız da tanımadığınız çok yönüne açılan hiçbir
olan pencere olmayan tek pencereli bir yer burası. İnsanları sadece belli bir
pencereden; sadece belli saatler içinde; belli kurallara uyarken ve kendini
değil çalışanı oynarken gördüğünüz, bildiğiniz yer. Yani tanıdım sanıp da
aslında belki de hiç tanımadığınız yer.
O yüzden Asi’den uzun uzun bahsedemedim
kalabalığın ortasında. Ama onunla bir yerlerde karşılaşacağız bu koca binada. O
zaman konu mutlaka ASİ’ye gelecek bir punduna gelip.
Sadece birkaç nota. Sadece çok bildik
birkaç ses. Mısır tarlalarını, lastik çizmeleri, tarlada uyumaları, ağıllarda
sabahlamayı, ağlamaktan uyuyamayan kızları, kuzuları, atları, yağmuru, kuraklığı,
aile bağlarını, tersine akmayı anlatan birkaç ses. Ve o sesin ardından gözlerde
birdenbire beliren farklı bir ışıltı. Bambaşka bir ifade. Asi dizisini
izledikten sonra işte yaşamak böyle bir şey oluyor.
Acemi Demirci, 20.07.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder