3 Kasım 2012 Cumartesi

Ses getiren sevgiler

Ne başta kavak yellerinin estiği bir dönemde biri diğerine tutuldu bu sevgide ne başka başka tatlarda yaşanan bir sevgiydi özü. Ana sevgisi, yurt sevgisi, tabiat sevgisi, ağaç sevgisi cinsinden değildi.

Ses getiren sevgilerden. Öyle bir ses ki hala her yere ulaşıyor, çınlıyor, yankıları dünyadan geliyor. Ödül halinde.

Benim için bir ilkti bu sevgi. Böylesi bir sevgi ne eşe duyulan, ne anababaya duyulan ne de benim deli gibi sevdiğim tabiata, ağaçlara, kuşlara duyulan sevgidendi. Yeni ve bilindiklerin dışındaydı.

Bu sevgi sadece biz diziye duyulan yepyeni bir türdü.

Meğer nasıl da susadığımız bir sevgiymiş dizi sevgisi. Ama dizinin adı Asi olunca duyuldu bu sevgi.

Ruhumuzun derinliklerine kök salan bu dizide ne kadar da bulmak istediklerimiz varmış. Erdemli aşk, tabiatın koyusu, tarlanın uzayıp gideni, lastik çizmeli kız, kardeşlik, düşmanlıkların dostluğa dönüşmesi, sevginin nefrete üstün gelmesi, demir yüreklerin pamuklaşması, mimarinin görkemiyle gözlerimizin şenlenmesi, eski konakların vakuru, taş evlerin büyüsü, çiçekli kumaşlardan tiril tiril giysilerin uçuşması, ova rüzgarında savrulan saçlar, bazen de sığınacak kuytu bir köşedeki bir ağaç altı.

Dizinin tanıtım gösterimleri sırasında mısır tarlası arasında dolanan bir kız gördüm.
Güzel bir kızdı ama önce tarlalar ve hiç vurgulanmayan tabiat, ziraat çekti dikkatimi. Çünkü benim ruhum çiftçi kendim apayrı bir sektörde olsam da.Eh, ekmişliğim, dikmişliğim, budamışlığım da var.

Bitkileri tanırım yapraklarından, renklerinden, daha uzaktan. Otların çoğunun Latince adlarını bile bilirim. Asma çubuğu nasıl dikilir öğrendiğimde dokuzumda bile değildi.

Yani dizi seyretmem için en önemli ölçütlere sahipti Asi. Ama seyretmeye devam etmem için bunlar yeterli değildi.

Önce sadece bu kadardı bendeki önceliği Asi’nin ama sonraları sadece bu kadarla kalmadı. Buradaki tüm arkadaşlarda da ben de dizi olmaklığın ötesine geçti ben bile nasıl olduğunu anlamadan.

Dizi başlamadan birkaç ay önce çıktığımız Gazi Antep ve Hatay turunda seyretmeye doyamadığım, binlerce resmini çektiğim, evin ev olmaktan çıktığı ve dışının başka içinin bambaşka bir sanata dönüştüğü ora mimarisinin inceliklerinde gezinmek, Hatay Ovası’nın esintileri sanki yüzüme değermiş gibi ferahlamak, sadece bir dizi değil de gelenekleriyle, şenlikleriyle, aile  yaşantısıyla, töresiyle, el sanatlarıyla, adetleriyle bir kültürün içine girmek, zahterli yemekler, kekik salatalı sofralar, künefeli ağız tatlarının taa içinde olmak canevimden yakaladı beni.
Beni yazsam da aslında hepimizi. Burada ben demek biz demek. Asi demek sadece lastik çimeli bir kız değil o lastik çizmeli kızı ve çiftlikleri, Hatay’ı yazan kalemlerin tümü demek. Biz demek.

Bugün hala Asi diye bir olguyu yaşatan, söyleten, söylenmesi için her yere yetişen, “Efsane Dizi” oylamaları boyunca gözünü gün boyu bilgisayardan ayırmayıp, bilgisayarlarının ok imi bir Asi dizisinde bir Evet düğmesinde gezinen bizler, dizimizi Efsane dizi yapmakla noktayı koymadık. Aslında o bir başlangıçtı. Efsaneler hiç unutulur mu? Söylenegelir kuşaklar boyu. Söyleyeduruyoruz işte biz de, önce başka yerlerde şimdi de burada.

Dizimiz aslında bir uyarlamaydı. Jane Austin’in dört kız kardeş etrafında geçen  Pride and Prejudice (Aşk ve Gurur) kitabından. Dizi konuyu öylesine içselleştirdi ki o konu sanki sadece Hatay’ın dar sokakları, Samandağı’ndaki  onlarca yıl önce yapılmış çiftlikler, Titus Tüneli, Hatay konaklarından başka bir yer için yazılmadı, sevdalar, nefretler, öfkeler, acılar, sevinçler başka yerlerde yaşanmadı, yaşanamaz düşüncesi aldı gitti.

Metropol hayatının koşturmacasında gökyüzünün sadece iki blok arasında kalan avuç içi kadar bir kısmını görenler olarak geceleyin pencereden dışarı başımızı dışarıya uzattığımızda koca samanyolundan yalnızca bir iki yıldızı görmemize izin veren daracık boşluklardan o iki yıldızı gördüğümüze sevineler olarak Asi dizisinin görselliğinde yeşile büründü evleriniz. Odalarımız tarla oldu, harman oldu. Sabah evden çıktıktan sonra trafikle boğuşup kirli havada işe gidip akşam bu işlemi tekrarlayarak eve döndüğümüzde vakit geçirilen en önemli yer televizyon başları çoğumuz için. Televizyonun karşısında oturmaya değecek izlentilere de her an rastlamayabiliyoruz.  Ben rastlayamamıştım en azında. Asi’yi seyredene kadar.
Ama bir kere rastladım. Hem de ne rastlayış. O ilk rastlantının ardından tek bir tarih aklımızdan. Cuma günleri saat akşam sekiz.
Müziği ayrı bir güzeldi.  Yağmur damlaları gibi düşüyordu notalar. Ruhumuzu yıkıyordu içtenliği. Cuma sekizde ev bu müzikle doluyordu, sadece müzik değil, Hatay bizim evlerimize doluyordu. Bir sevgiyle, ardındaki nefretle, sevgi için dökülen gözyaşlarına ve evvelce dökülmüş gözyaşları arasında kah üzülüp kah seviniyorduk.

Dizimizin adı Asi’ydi. Kendisi de asi biz diziydi. Seyircisi sürsün istedi. Dizi asi ya sürmedi bitti. Asi seyircisi diziden de asi. O biter ama asi dizisi sadece televizyonda biter. Hala her yer Asi. Hala yeni sayfalar açılıyor. Biz hala buradayız. Hem de sadece Cuma günleri saat akşam sekizde değil. Her gün, her an buradayız.
Acemi Demirci, 16.06.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder