Diziler, en önce senaristlerin ürünü.
Kurgu, örgü, karakterler tek tek senaristlerin hayal gücünden ya da
gözlemlerinden çıkıp geliyor, karşımıza dikiliveriyor. Ben, bizim senaristlerin
çok başarılı olduğuna inanıyorum.
Evvelce sabun köpüğü denilen diziler
oynardı televizyonlarda. Akşam üstleri, hafta içi. Ben de rastlardım eve
gelince. O dizilere fazla ilgi göstermemiştim; ama o dizilerin yazılış
ortamına, zeminine çok ilgi duymuştum.
Sabun köpüğü dense de yirmi yılı
geçkindir çekildiği ülkede oynadığını öğrendiğimiz, bizde de senelerce oynayan
dizilerin beni en etkileyen yanı, yazarları olmuştu. Yazarı değil; yazarları.
Çoğuldu yazar sözcüğü.
O diziler bir ordu tarafından
yazılıyordu. O senarist ordusunun içinde sosyologlar, psikologlar, hukukçular
gibi onlarca kişi mevcuttu. Tek bir kişinin konuşturmasıyla konuşmuyordu
dizideki bir kahraman. Kendine biçilen rol neyse o role göre konuşuyordu. Burada
rol derken, oynadığı rolü değil, kişilik olarak ona biçilmiş rolden kastim.
Onlarca kişi tarafından senaryosunun
yazıldığını okuyunca o diziye iş dönüşleri yakalayabildiğim on beş dakika
boyunca baktım. Önce hem başından beri takip etmediğim hem de çok az bir
kısmına yetişebildiğim için pek bir şey anlamadığımı sandıysam da giderek
incelikleri yakaladım.
İlkin her karakter, gerçekten
karakterdi. Başlıbaşına bir karakterdi. Yani “o şunu yapar, bunu yapmaz”
diyeceğiniz kadar sağlamdı karakterler. Sağlam tanımlamasıyla karakterin
güzelliği ve değilliğini anlatmak istemiyorum. Yani karakteri baştan aşağı ona
özgüydü, kararsız, arada kalmış, duygusal, içe kapanık gibi özelliklere göre
gerçek hayatta bir insan nasıl karar verebilir, nasıl tepkide bulunabilir,
nasıl yaklaşımlar gösterir, nasıl kendini olayların ortasına atar ya da geri
tutarsa aynen öyleydiler. Yani on beş dakika bile izlemek bir müddet sonra o
dizideki karakterleri analiz edip, onun çocukluğuna yapılan atıflarla, bugün ki
karakterinin nasıl da anlatıldığını, nasıl da karakterin iyi yanlarıyla, kötü
yanlarıyla, zayıf ve güçlü yanlarıyla tanıtıldığını ve benimsetildiğini ayan
beyan görebiliyordunuz.
Senaristler çok sağlam bir örgü
çıkarmışlardı ortaya. Her şeye burnunu sokan bir karakterin, bir olayın henüz
tohumu atıldığında o karakterin ne yapacağını kestiremeseniz bile bir şey
yapınca “Tam ona göre davrandı. Tam ondan bekleneni yaptı” gibi izlenimler
doğurtacak karakterlerdi. Asla sıradan, gelişigüzel davranmıyorlardı.
Çocukluklarındaki travmaların, hayatlarındaki handikapların herkes gibi onların
da etkilediği ve bugün ki kişiliklerini biçimlendirdiğini belletiyordu o dizi
ustaca. Her kahraman kendine özgü bir kişiliğe sahipti ve sahip olduğu
karaktere göre davranıyordu. Ve siz onları, karakterlerini sanki gerçek
biriymişlercesine eni konu tanıyordunuz.
Bu çok önemli. Çok ince bir ayrıntı. Gerçeklik duygusunu yaşatan incelikler,
detaylar.
Bizim dizilerde, senaristlerimiz
ustalıklarını bambaşka bir ağ örerek göstermeye başladı. Gerçekten çok usta,
başarılı senaristlerimiz sanırım birbirleri ile tatlı bir yarış içindeler.
“Benim dizim seninkine benzemez, bizim dizimiz eski Türk filmlerinden yola
çıksa da bugüne ayak uydurur” kaygusu ile çok dönemeçler, sapaklar, paralel yaşanan beklenmedik gelişmeler
ansızın oluveriyor dizilerde.
Şu an, tek bir dizi kalmadı izlediğim.
Bir Çocuk Sevdim dizisi de artık bana ilginç gelmiyor. Bunu n nedenlerinden
biri heyecanı kaybettiren gelişmeler. Zaten hep izlediğim Japon NHK World
kanalını izliyorum. Hiç bilinmedik hayatları, gizli tabiat güzelliklerini,
hayat mücadelesi vermiş yaşlı kişileri anlatan TRT’nin belgesel kanallarına da
bakıyorum birkaç haftadır.
Kuzey Güney dizisini hiç izlemedim ama
izlememek o dizi hakkında fikir sahibi olmamak anlamına asla gelmiyor. Ön
tanıtımlar, gazete haberleri hatta özetler yetiyor da artıyor bile fikir sahibi
olmaya.
Orada da senaristler usta, kıvrak bir
manevra ile zıt kardeşleri, zıt iki kız arasında bıraktı. İki kardeş de aynı
duruma düştü sanırım. İki kız arasında kaldı. Önceleri sanki iki kardeş sadece
bir kız için gizlice karşı karşıyaydı ama şimdi iki kardeşin de başında iki kız
var. Biri yüreklerine diğeri mantıklarına ya da merhamet duygularının getirisi
kızlar bunlar.
Ustalık çok takdir edilecek bir şey. Şu
ana kadar denenmemiş, sunulmamış konulara sapmak, aklı onlarla meşgul edip
bambaşka konular sunmak çok zor.
Bunlar yapılırken, bunların sırf
başkalık için yapıldığı hissedilirse büyü bozuluyor. Heyecan kaçıyor. Oyalanmak
istediğinizi düşünüyorsunuz. Oysa ben hiçbir diziye oyalanmak için bakmam.
Başka ölçütlerim var bir dizi izlemede. Hep yazdım ya. Asi’yi izledim sadece,
baştan sona diye. Ve yine yazdım ya onca kavramın harmanlanmış olması,
mimariden, tabiattan, kültürden, tarımdan, aile bağlarından, sevdanın hasından
ve başka pek çok kavramın Hatay gibi bir altın tepside sunulması, çiftlik gibi
bir ortamda yaşanılıyor olması beni çekmişti ve sonrasında da çözülmez bağlarla
bağlamıştı.
Bir Asi daha yok. Geldiğimiz nokta bu.
Belki yeni Asiler ortaya çıkarmak için onca çaba gösteriliyor, çeşniler
katılıyor, umulmadık gelişmeler sunuluyor dizilerde; ama Asi olmak önce doğal
olmak, doğal ortamda, bazen eski ev eşyaları arasında bir diziyi sunabilmekti.
Sadece son model arabalara değil yağız atlara binip sahilde gezmek; yağmur
altında atla dans etmek; koyunların, kuzuların, kazların, tavukların,
ördeklerin, çiftlik hayvanlarının, çiftlik, tarla ve kır ortamının arasında
içinde olmaktı. Zorlama olmadan, Asi Nehri gibi akıp giden bir dizi olmayı
başarabilmekti. Aktı ve gitti dizimiz. Ama bizim gibi barajlarda suları
tutuldu. O suların enerjisi şimdi harf harf, kelime kelime bu sayfalarda.
Acemi Demirci, 19.01.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder