Uzun zamandır öyle uzun uzun oturmuyorum
televizyon karşısında.
Küstüğümden değil.
Bunda arkası bir kampüse bakan yeni
evimizin de katkısı var elbet.
Kah arka kah ön balkonda hava almaların,
bakınmaların.
Ama yine de yan nedenler de var
televizyondan uzak duruşumun.
Hala kaçırmamak için dakikliğimin en
görkemli uygulamalarında bulunduğum programlar yok değil.
Hava durumu mesela.
Bir de Güven İslamoğlu’nun tabiatın ta
içinde çektiği yapımlar.
Ardıçlı, gökyüzülü, çayırlı çimenli
programlar.
Hoş hava durumu kaçmasa da Güven
İslamoğlu’nun programlarının kaçtığı oluyor.
Kaçmaması gereken türden olsa bile.
Yeşilli, dağlı, tepeli, orkideli, kuşlu
böcekli olsa da.
Başka bir neden yok gibi birkaç yıldır
televizyonu aç diye beni yönlendirecek.
Hala televizyonun düğmesine basıyorum
her sabah.
Çünkü benim kol saatim hep ileridir.
Servise tam vaktinde yetiştiğim saat;
televizyonda sağ altta verilen saate uyduğum saattir.
Her sabah hava durumu ve sağ alt
köşedeki saat için açarım ille de televizyonu.
Akşamları, Ankara yazının esintisinde,
toygarları, kırlangıçları, hatta zaman zaman keklikleri izleyerek oturup şöyle
damla sakızlı bir dondurmayla serinlemek
varken televizyon aklıma bile gelmiyor. Gelmesini sağlayan neden birkaç
yıl önce bitti zira.
Eğer televizyonun düğmesine basarsam
neler göreceğim biliyorum.
Neyi göremeyeceğimi de.
Çok değil sadece birkaç yıl önce iş
dönüşü televizyonda olurdu gözüm.
Bir öntanıtım/fragman beklerdim göz
kulak kesilip.
Çınlata çınlata gelen tek tek notaların
sonra bir araya gelip topyekün haykırışıyla seslenişini duymak isterdim.
Lastik çizmeli bir kızın yağışı, sulamayı, doğacak kuzuları,
tarlaya serpilecek tohumları düşünüp tasalanmasını beklerdim.
Zarif sözcüğünün bir genç kızda nasıl
ortaya çıktığını görürdüm defne kırılganlığındaki bakışlarda.
Goncalarda çiğlerin gözyaşı olduğunu
görürdüm.
İhsanda bulunmanın güzelliğini
seyrederdim.
Cemali kızgın baksa da içi başka
olanları gözlerdim.
Demir gibi, su katılmamış çelik gibi,
eğilip bükülmez, eskimez, bitmez bir sevgiyi severek, bitmesin isteyerek
izlerdim.
Asi bakışlara asi olur, sıcak yüreklere ısınıverirdim.
Bir kaçakçının bir ağaya dönüşme
öyküsünü izlerdim.
Bir kinin tohumunun nasıl atıldığını, bu
tohumun nasıl da filizlendiğini görüp, yeni tohumlar vermeden kin çiçeğinin
devşirilmesini umut ederdim.
Çok eskide kalmış bir aşkın şimdilerde
ortaya çıkan sonuçlarının sarsıntısının güzellikle atlatıldığına sevinirdim.
Bu çok eskide kalmış aşkın aslan gibi
bir meyvesi olduğunu; aslan yürekli bir gencin o diziye neden dahil edilmiş
olabileceğini düşünürken kestirmiştim. Tahminimin doğru çıkıp çıkmayacağını
beklerken oyun da oynar gibiydim iki saat boyunca her Cuma.
Yani ben bir dizi izlemiştim.
Bir dizinin beni nasıl da içine
çektiğine şaşakaldım önceleri.
Ama sonra tek olmadığım anladım.
İçim rahatladı.
Ben dizi izlerken;
Sabah akşam televizyon açık olurdu.
Çok uzun gelir, gözümde büyürdü ertesi
Cuma’ya kadar beklenecek zaman.
En azından Cuma’ya ait birkaç sahne, o
bambaşka müzik ile yetinmek için açardım
televizyonu.
Sadece bir öntanıtım için. O tanıtımı
tanıtan müzik için.
Bir de o vakitler minik ama sevimli eski
evimizdeydik.
Ankara, Bahçelievler’in tıklım tıklım
dolu sokaklarından birinde.
Tabiat pencerem televizyondu o zamanlar.
Dağ, tepe, bağ bahçe, toygar, kırlangıç,
keklik, yaban hayatı görmek için.
Acemi Demirci, 14.07.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder